Frp World Ana Menü
  • Frp World
    » Anasayfa
    » Forum
    » Anketler
    » Akademi
    » Kitap Tanıtımları
    » Haber Arşivi
    » Haber Gönderin
    » Makale Gönderin

  • Üyelere Özel

  • Kişisel
    » Hesabınız
    » Özel Mesajlar
    » Üye Listesi
    » Üye Arama
    » Siteden Çıkış

  • Site Bilgileri
    » Top10
    » Site Hakkında Yorumlarınız
    » İstatistikler
    » Destekleyen Siteler

  • Kullanıcı Menüsü
    Hoşgeldin, Diyar Gezgini
    Üye Adı
    Şifre
    (Kayıt Ol)
    Üyelik:
    Son Üye: owiqareqa
    Bugün: 17
    Dün: 23
    Toplam: 90346

    Şu An Bağlı:
    Ziyaretçi: 1122
    Üye: 1
    Toplam: 1123

    Şu An Bağlı:
    01 : owiqareqa

    FrpWorld.Com :: View topic - Çlüm Zamanı 3: Çzgürlüğün Fısıltısı
    Forum FAQ  |  Search  |  Memberlist  |  Usergroups   |  Register   |  Profile  |  Private Messages  |  Log in

     Çlüm Zamanı 3: Çzgürlüğün Fısıltısı View next topic
    View previous topic
    Post new topicReply to topic
    Author Message
    catboy
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Jan 19, 2007
    Posts: 3268
    Location: Izmir

    PostPosted: Wed Jun 17, 2009 1:13 am Reply with quoteBack to top

    Çlüm zamanı 3: Çzgürlüğün Fısıltısı

    1. Bölüm “Bütün Gerçek”

    Karanlık oda pencerenin açılmasıyla güneşi içeri davet etti. Adam, askerlik üniformasını nazikçe katlarken güneş ışığı tüm ihtişamıyla yatağın üstünde duran madalyonu çıkarıyordu. Çniformayı, yeşil renkte sade deriden yapılma bavula koyduktan sonra madalyonu da aldı yatağın üstünden ve ona gururla baktı.

    Odanın kapısı aniden açıldığında içeri giren rüzgâr masanın üstündeki kâğıtların yerlere düşmesine neden oldu. Adam odaya giren oğluna önce kızgınlıkla baktı, ama yüzündeki sinirden oluşmuş kırışıklığın yerini hoş ve sempatik bir gülümseme aldı hemen.

    “Gel içeri oğlum.” dedi adam ve ona elindeki madalyonu gösterdi.

    Çocuk babasına büyük bir sevgiyle yaklaştı. Yüzündeki çocuklara özgü masumane bakış, güneşin de etkisiyle daha da belli oluyordu.

    “Bunu on yıllık asker hayatımın sonunda vermişlerdi. Bacağım o kahrolası kurşun yüzünden işe yaramaz konuma geldiğinde benim de emeklilik vaktim gelmişti.” diye açıkladı oğluna adam. Sol bacağını hareket ettiremediğinden topallamak zorunda kalıyordu. Oğlunun uzamış saçlarını severken: “Berberlik vaktin de gelmiş.” dedi adam.

    Sonra odasından çıkmaya hazırlanırken çocuk babasına: “Ne zaman döneceksin?” diye sordu.

    “Ben de bilmiyorum. Ama beni özleyeceksin, söz mü?”

    “Evet, sen benim babamsın. Tabi ki de özleyeceğim.”

    “O zaman kız kardeşine dikkat et. O artık senin sorumluluğunda.”

    “Dikkat ederim. Peki, sen neden bizi terk ediyorsun?”

    “Çünkü vaktim geldi.” diyebildi adam: “Madalyonum da sana emanet.” diye ekledi sonra.

    “Ona da dikkat ederim.” dedi çocuk üzgün bir sesle.

    Adam, çocuğuna son bir defa baktı ve: “Elveda Egemen.” dedi, ardından odadan çıktı. Çocuk adamın arkasından bir süre kımıldamadan dikildi.

    Egemen yatağından doğrulduğunda önce yatağın yanındaki sehpanın üzerine koyduğu masa saatine baktı. Saat sabahın sekiziydi. Sol eliyle yüzünü sıvazladığında sakallarının uzamaya başladığını fark etti. İyice bir gerindikten sonra yastığının altına koyduğu madalyonu çıkarttı. Biraz paslanmıştı madalyon. En az yirmi yıllık gibi duruyordu.

    “Günaydın, baba.” dedi Egemen, madalyona sevgiyle baktıktan sonra. Ardından yatağın ayak tarafına koyduğu sandalyedeki kıyafetlerini aldı ve onları yavaşça giyindi. Giydiği kıyafetler askerlere özgü bir stile sahipti. Çzerlerinde herhangi bir marka etiketi de yoktu.
    Kazağın tüylü kumaşını yeni gibi duruyordu. Bir haftadır giyiyor olmalıydı. Pencereden yansıyan güneş ışınları Kazağın koyu yeşil rengini daha da açığa çıkarıyordu. Kot pantolon daha eski gibiydi, ama çok temiz kullanıldığı belli oluyordu.

    Kazağın üstüne deriden yapılma ceketini giydikten sonra ceketin iç cebine madalyonu nazikçe koydu: “Evet, sanırım yeni bir gün daha başlıyor.”

    Odasından çıktıktan sonra koridordan ilerlemeye başladı. Birkaç oda geçtikten sonra oda numarası 217 olan odanın kapısına vurdu: “Hadi bütün gün senin hazırlanmanı bekleyemeyiz.”

    Odanın kapısı açıldığında kumral saçının üstüne koyduğu güneş gözlüğüyle Damla hafif sinirli bir halde ortaya çıktı: “Daha nazik olabilirsin değil mi?”

    “Çzgünüm hanım efendi, ben bir asker çocuğuyum. Disipline görgü kurallarından daha öncelik tanırım.” diye karşılık verdi Egemen, ardından sol eliyle elinden geldiğinde nazikçe ileriyi göstererek: “Çnden buyurun.” dedi.

    “İstersen daha kibar olmasını öğrenebilirsin. Asker çocuğuyum bahanesine güvenme bence, hem sana parayı veren kişinin de bir hanım efendi olduğunu unutma.” diye belirtti Damla koridorda Egemen ile yürürken.

    Daha fazla konuşmadan koridorda ilerlemeyi sürdürdüler. Karşılarına ahşap büyük bir kapı ile karşılaştıklarında Egemen: “Hanım efendi antika satıcılarının genelde tercih ettiği böyle bir oteli satın alıp bir şeyler başaracağını sanıyorsa yanılıyor bence.” diye konuştu.

    “Neden ki? Biraz zarafetten kimin canı yanmış ki?” diye karşılık verdi Damla ve kapıyı açtı.

    Geniş salonun ortasına büyük bir masa yerleştirilmişti. Masanın en ucunda bir bayan oturuyordu. Ayakta duran bilim adamı elindeki raporları bayana sunuyordu. Bayan raporları inceledikten sonra: “Teşekkür ederim Faris Bey, şimdilik bu kadarı yeterli.” dedi.

    Doktor saygıyla başını salladıktan sonra: “Bir dahaki deneyden sonra artık yeterli veri kapasitesine ulaşacağımızı sanıyorum Bayan Soul.” diye sözlerini bitirdi.

    Damla ensesini sakince kaşırken bir yara izi ortaya çıktı. Egemen: “O yara izini hiç yakından görememiştim. Gerçekten de bu doğru mu? Uzun bir zaman bedenini sen değil, bir melek mi kontrol ediyordu?” diye sordu.

    “Sadece sıradan bir melek değildi onun bedenini kontrol eden. Azrail’in çırağı Ashriel, kendi içinde bulunduğu topluluğun kurallarına isyan edip kaçmıştı ve Damla’nın zihnini en güvenilir saklanma yeri olarak bellemişti. Damla öyle şanslı ki ilk defa bir meleğin bedenini kontrol etmeye başladığı ve sonunda tekrar bedenini kontrol etmeye geri dönebildiği yani ölmeyen tek kişi şu zamana kadar.” diye yanıtı verdi Bayan Soul.

    “Bana bu iş para teklif ettiğinizde size karşılığını en yakın zamanda vereceğimi söylemişti ki sözümün yarısını şu zamana kadar tuttum, ama artık diğer yarısını gerçekleştirmeden önce daha fazla konuya hâkim olmak istiyorum arzu ederseniz.” diye belirtti Egemen.

    “Tam olarak ne bilmek istiyorsun?” diye sordu Bayan Soul.

    “Her şeyi, lider olarak kendinizi atacağınız şu tarikatın geçmişini, avlamam için peşine düştüğüm şu ikizleri, meleklerin bu olayda ne yapmaya çalıştıklarını kısaca bildiğiniz her şeyi benimle paylaşmanızı istiyorum.” dedi kararlı bir sesle Egemen.

    “Nasıl istersen...” dedi Bayan Soul ve eski püskü bir defter çıkardı: “Bu günlük eşimin babasına aitti, Henry Soul kendisi bu tarikatı ilk kuran kişiydi.”

    “Günlüğü okuyarak ben de bilmediğim çoğu ayrıntıyı öğrenmiş oldum. Henry Bey samimi bir dilde günlüğüne her şeyi yazmış. Hsoul aşamalarını duymuşsundur, bu aşamalar düzgün bir şekilde yerine getirilirse şeytan’ın buraya ayak basabileceğine inanan bir grup insandan oluşuyordu işte bu tarikat. Henry Soul kendi isminin baş harfi ve soyadının bütün harflerini temsil ediyordu Hsoul.”

    “Herkesin bildiği bir hikâyeye göre Tanrı insanları yarattıktan sonra şeytan, tabi ki o zaman ki adı başkaydı, Tanrı’ya karşı geliyor ve insanları aşağılık birer varlık olarak görüyor. Tanrının güçlerini artık doğru dürüst kullanamadığını diğerlerine ispat etmeye kalkıyor ve sonunda onun yerine göz diktiğini açıkça bir şekilde dile getiriyor. Sonunda da Cehennem adı verilen bir nevi sadece hapishanelerle donatılmış bir dünya olarak da düşünebileceğimiz boyutun ilk mahkûmu oluyor, ama orada boş durmuyor. Ona inananların yürekleri küfleniyor ve bazı melekler bile şeytan’ın izinden gitmeye başlıyor. Sonunda şeytan gibi bir sürü ona benzeyen yeni bir varlık meydana geliyor ki bunlara iblis denmeye başlanıyor artık.”

    “şeytan tam olarak nasıl böyle bir işe kalkıştığını kimse bilmiyor, ama sonunda bir şeyler yaratabiliyor. Belki Tanrı gibi kusursuz veya sürekli değil, yine de bu bile şeytan’ın Tanrı’yı devirmek için yeni bir plan yapmasın engellemiyor. Yarattığı iki varlık ikizler olarak biliniyor, gerçek isimleri Sammael ile Mictian’dır ve bunları insanların yaşadığı evrene yolluyor. Uzun bir zaman ikizler kendilerini sıradan bir insan sanarak büyüyorlar. Tarikat bu çocukları evlat ediniyor ve zamanları gelene kadar da gerçek kimliklerini anlatmıyorlar onlara.”

    “İkizlerden biri tarikatın güvenilir kimya profesörlerinden Hasan Bey’e verilmişti, ama Hasan ve eşi Meral’in yeni bir oğlu olmuştu. İsmine de Serdar diye belirlemişlerdi çoktan, ama benim eşim Benjamin Serdar’ı evlat edindi. Meral’e eşi Hasan gerçeği söylemedi ve ikizlerden birini kendi öz oğlu sanmaya devam etti Meral, böylece ikizlerden biri kendini Serdar adından sıradan bir insan olarak büyüdü Meral ve Hasan çiftinin yanında.”

    “Asıl Serdar da bizim yanımızda büyüdü. Benjamin, babası Henry’nin adını vermişti oğlana. Henry’i ben de öz oğlu gibi sevdim ve kızım Emily ile aralarında gerçekten de büyük bir kardeşlik bağı oluştu.”

    “Diğer ikize gelince de onu da Doktor Kerem Ertürk’e evlatlık vermiştiler, Kerem Bey çocuğun adını Emre koymuştu. Çünkü ölmeden önce eşinin bir oğlu olsa adını Emre koymak istediğini anlatmıştı bir kez bana. Eşi Yeşim, eşim Benjamin’in artık ileri gitmeye başladığının büyük bir belirtisi olarak şeytan ile haberleşmek için kullanılmak üzere kurban edilmişti. Ama şeytan yerine iblislerden biriyle görüşmüştü Benjamin.”

    “Rosier isimli bir iblisti görüştüğü ve sonunda Benjamin onu Yeşim’in bedeninden kovunca iblis dünyada acı çekerek dolaşmaya başladı. Çünkü buraya normalde gelmeleri yasak olan her türlü varlığa karşı alınan bir önleme göre, buraya gelenleri korkunç bir acı bekliyordu aynen o iblisin çektiği acı gibi eğer kendine yeni bir beden bulamazsa tabiî ki de.”

    “Hsoul aşamaları tarikatın istediği şekilde ilerlemeye devam ediyordu. Dördüncü aşamada elçinin bir mesaj ulaştırması gerekiyordu, mesajın içeriğine göre şeytan’a kurban edilen bir insanın mezarının başında yetişen şeytan Elması bitkisinin etrafında Tanrı’nın yarattığı iki ırk olan insan ve melek ile şeytan’ın hizmetkârları ikizlerden sağ kalanı bir araya gelmeliydi ve orada insanın mezarın başında meleği kurban etmesi gerekiyordu. Böylece mezarın ortasında oluşacak geçitten şeytan gelebilecekti. Ama ikizlerden ikisinin de sağ kalması tarikatın planlarını değiştirmişti, sanırım şeytan’ın da planı değişmiş olmalı ki geçit açıldığı halde ortaya çıkmamaya karar verdi.”

    “Sonunda anlaşıldı ki tarikatın kurulmasın ön ayaklık eden aslında ikizlerden biri olan Mictian’ın gelecekten geçmişe gelen hali olduğu ortaya çıkıyor. Zamanı değiştirmiş, aslında mutlu olan birçok ailenin hayatını berbat etmiş. Tarikat kurulmamış olsaydı kim bilir eşim ve benim hayatım nasıl olurdu kaç defa düşündüm, ama tek emin olduğum şey daha mutlu olacağımız. şimdi gelecekten gelen Mictian benim tutsağım ve oğlum Henry Soul ile birlikte güvenilir bir yerde tutuyoruz.”

    Tüm bunları anlatılanlardan sonra Egemen: “Peki bugünün asıl Mictian’ı ne oldu? Onu dün gece yakalamıştım hani, hatta yanında sizin kızınız da vardı.” diye sordu.

    “Onu da Henry’nin yanına yolladık. Kızım Emily’e gelince yakında kendine geldiğinde o da bize katılacaktır elbette.” diye yanıt verdi Bayan Soul.

    Birden alarm sesleri duyulmaya başladıklarında hepsi ayağa kalktılar hemen. Bayan Soul: “Buraya sadece tek bir kişi gelebilir.” diye belirtti.

    Egemen, salonun kenarına yerleştirilmiş bilgisayara oturmuştu ve kameraların çektiği görüntüleri incelemeye başladı: “Sanırım, verdiğim sözün diğer yarısını da tutma vakti geldi.”

    Emre, otelin koridorlarında kendinden emin bir şekilde ilerlemesini sürdürüyordu. Eli silahlı beş güvenlik görevlisi Emre’nin etrafını sardığında Emre: “Zeliha Soul’u arıyordum ben de, eşinden mesaj getirdim de.” diye konuştu. Güvenlik görevlilerinden ses çıkmayınca: “Ne kabalık.” diye belirtti ve sol elini ileri doğru uzatıp bir şeyi sıkıyormuş gibi yaptı.

    Bir süre güvenlik görevlileri silahlarını düşürdüler ve göğüslerini tutarak yere yığıldılar. Emre ölen adamlara bakarak: “Sanırım ani bir kalp krizi geçirdiniz, sanırım buralarda kalp krizi bulaşıcı olmaya mı başlamış ne?” dedi alayla.

    Koridorun duvarlarının iki ucunda otomatik taramalı iki silah belirdi. Mikrofonda Egemen’in sesi duyuldu: “Çlmek istemiyorsan, çabuk teslim ol!”

    “Çlüm zamanı gelen kişi ben değilim, sensin.” diye bağırdı Emre.

    “Çyle olsun.” diye duyuldu mikrofondan Egemen’in sesi.

    Taramaları iki tüfek kurşunları bitene kadar Emre’ye ateş etti. Emre kanlar içinde yere düştü, ama bedenine isabet edilen tüm mermiler yavaşça vücudundan çıkmaya başladı. Bir kısmını da ağzından çıkartan Emre: “İşte bu iğrençti, bir daha yapmamanı tavsiye ederim çünkü beni gerçekten de sinirlendirdin bayım.” diye söylendi.

    Koridorun sonunda doğru ilerlemeye başladı yavaş adımlar atarak ve karşısına Egemen çıktı. Elindeki pompalı tüfeği tehditkâr bir edayla doğrultuyordu: “Bugünün avı sensin...”

    “Ava giderken avlanan talihsiz bir avcı olarak hatırlanacaksın sanırım.” dedi alay ederek Emre.

    “Buraya boşuna geldin, ikizin burada değil.” dedi sinsice gülümseyerek Egemen.

    “Zaten burada ikizimin olmadığını biliyordum en başta, buraya başka birini almaya geldim.” diye karşılık verdi Emre.

    Koridorun arkasından biri seslendiğinde Emre arkasını döndü. Damla ona bakıyordu, ama birden Damla yok oluverdi. Emre, tekrar önüne döndüğünde Damla’yı Egemen’in yanında buldu. Bu sefer Damla ile Egemen kaybolunca Emre: “şimdi de kendini ışınlayabilen bir karakterimiz oldu, iyi mi?” diye yorum yaptı.

    Egemen ile Damla kendilerini Damla’nın odasında buldular. Egemen hemen masasının üstündeki bilgisayarından kameralara bağlandı. Emre, Gökçe’yi odasından çıkartıyordu yani Bayan Soul’un kızını. İkisinin birlikte otel koridorlarından çıkışa doğru ilerlemesini izleyen Egemen, Damla’ya dönerek: “Aramızda bir casus var...” dedi sinirli bir ses tonuyla.
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's website
    catboy
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Jan 19, 2007
    Posts: 3268
    Location: Izmir

    PostPosted: Wed Jun 17, 2009 10:29 pm Reply with quoteBack to top

    2. Bölüm “Kimlik Sorunu”

    Henry, yüzünü yıkadıktan sonra aynadaki görüntüsüne baktı bir süre. Hafif sakalları çıkmıştı, gözlerinin altı ise yorgunluktan çökmüştü. Sağ eliyle kafasını elledi yavaşça, ikinci defa ölümden son anda yırtmıştı. Ama hala kafasındaki kurşun yarası belli oluyordu. O iz ölene kadar oradan silinmeyecek gibi duruyordu.

    “Ben gerçekte kimim?” diye sordu aynaya hırsla ve banyodan çıktı.

    Odanın bir köşesinde saçları ağarmış adam sıkıca elleri ve ayakları bağlanmış bir halde sandalyede oturuyordu. Karşısında da Serdar oturuyordu. Henry’e dönerek: “şimdi bu adam benim gelecekten gelen halim mi?” diye sordu.

    Henry, elinde getirdiği soğuk meşrubatlardan birini Serdar’a verirken: “Dediğine göre öyleymiş. Buraya otuz yıl önce gelecekten gelmiş ve yirmi yıl boyunca etrafta dolaşmış durmuş. şu anda elli yaşında olmasının sebebi bu olsa gerek.” diye açıkladı.

    “Ne zaman ağzını açacaksın? Onunla görüşmek istiyorum, onun da arzusu bu yöndeymiş zaten. Hadi aklından neler geçiyor öğrenelim artık.” diye belirtti Serdar, Henry’e.

    Henry, elindeki bardağı masanın üstüne bıraktıktan sonra: “Tamam o zaman.” dedi ve bağlı adamın ağzındaki bandı çıkarttı.

    Bir süre adam öksürdükten sonra: “Kusura bakmayın, sanırım kalitesiz bir iple bağlamışsınız beni. Her tarafımı kaşındırdı da.” diye söylendi.

    “şimdi birbirimize ne diye hitap edeceğiz? Sen gelecekten geldin, ama benimle aynı adı taşıyorsun. Henry de aslında benim yıllardır yaşadığım hayatın asıl sahibi ve ben onun hayatını çaldım bir nevi.” diye kafasındaki soru işaretini belirtti Serdar.

    “Sen asıl amacının ne olduğunu öğrenmeden önce Serdar’dın, bu yüzden hala Serdar ismini sürdürmen de bir sakınca yok. Henry de kendini Soul ailesinin çocuğu olarak gördü yıllardan beri, bu yüzden yine Henry Soul olarak hitap edebiliriz sanıyorum kendisine.” diye yanıt verdi bağlı adam.

    “Peki, sana ne diye hitap etmemiz gerekiyor?” diye sordu Henry bu sefer.

    “Ben ise hep kendime Mictian diye seslenenlerin arasında yaşadım uzun bir zaman diliminde, bu durumda kendime Mictian demeye devam edeceğim.”

    Henry masanın üstüne bıraktığı içeceğini geri aldıktan sonra: “O zaman anlat hadi, seni dinliyoruz.” dedi.

    ***

    (20 yıl önce)

    Henry Soul, günlüğünün kapağını nazik bir biçimde kapattıktan sonra günlüğü masasının üstüne bıraktı. Odasının kapısı tıklandığında yatmak üzereydi. Yine de kibar bir sesle: “Girin.” diye seslendi.

    Oğlu Benjamin’di gelen kişi. Masadaki günlüğe bakarak: “Sanıyorum son sayfasını da doldurdun.” dedi.

    “Evet, artık yeni bir defter almam gerekecek.” diye karşılık verdi Henry.

    “Kwan Juon yakında İzmir’e yola çıkacağını bildirdi. Her şey tam da sizin arzu ettiğiniz biçimde ilerliyor. Yakında ikizler İzmir’de ortaya çıktığında hsoul aşamaları aynen sizin belirlediğiniz usulde uygulanacaktır.”

    “Bu çok güzel, Benjamin, ikizler ilk ortaya çıktığında senin de orada olmanı isterim.”

    “Ben zaten orada olacağım, baba. Ama üzgünüm, sen olamayacaksın.”

    “Ne demek şimdi bu?”

    “Tarikatın yeni lideri benim ve senin bu kararıma karşı çıkacağını bildiğim için sanırım ikimiz de ne yapmam gerektiğini iyi biliyoruz.”

    “Saçmalama, Henry. O buna izin vermez, beni lider olarak atayan kişi oydu.”

    “Ve şimdi de beni lider olarak atadı, artık sen kenara çekilebilirsin.”

    Henry yataktan öfkeyle doğruldu, ama kalbini tutarak yere yığıldı. Çksürüğünü tutmaya çalışarak: “Bunu nasıl yaparsın, Benjamin? Ben senin öz babanım.” diye haykırdı.

    “İçtiğin suyun zehirli olduğunu tahmin etmemiştin değil mi baba? Aynı şekilde tarikatı kurup şeytan ile ilgili hikâyeler anlatmaya başladığından beri bir oğlun olduğunu unuttuğun gibi, onu bir oğul olarak değil de sağ kolun olarak görmeye başladığın gibi, ölse umurunda olmayacak biri olarak gördüğün gibi değil mi baba? O ne de olsa seni bu fedakârlıkların için ödüllendirecekti değil mi?”

    “Anlamıyorsun, Benjamin. Seni bu işe hiç dâhil etmek istememiştim. Senin daha düzgün bir hayatın olmasını istemiştim. Sen büyük bir adam olabilirdin, yardımsever, insanları umursayan biri olarak görüyordum ben hep seni. Ama seni kendimden uzaklaştıramadım, çünkü sen benim oğlumdun.”

    Benjamin gözyaşlarını tutarken: “Hayır beni hiç sevmedin, bir oğlun olduğunu inkâr ettin tüm hayatın boyunca. Beni en büyük hayal kırıklığın olarak gördün, benden hep nefret ettin.” diye bağırdı.

    “Yanlış düşünüyorsun Benjamin. İnanmıyorsan günlüğümü okuyabilirsin. Oraya samimi duygularımı yazdım her zaman ve her sayfasında hep senden bahsetmeyi ihmal etmedim. Çünkü sen benim oğlumsun ve ne yaparsan yap seninle hep gurur duyacağım. Senin elinden ölüyor olsam da bunu inkâr edemem, sen benim oğlumsun ve seni çok seviyorum.”

    Benjamin gözleri açık ölen babasının gözleri kapadıktan sonra masanın üzerinden günlüğü aldı ve odadan çıktı. Mictian odanın dışında onu bekliyordu: “Bu fedakârlığının karşılığını alacaksın, Benjamin. Merak etme. Yakında onlar geliyorlar ve büyük bir güç avuçlarının içinde birikmeye başlayacak. Sadece biraz daha beklemen lazım o kadar.”

    Benjamin, bir şey demeden Mictian’ın yanından uzaklaştı

    (10 yıl önce)

    Mictian, mezar ziyaretinden yeni dönen Kerem Bey ve oğlu Emre’yi takip etmekteydi. Emre, babasından dondurma alması için baskı yaparken Kerem Bey’in aklı başka yerdeydi. Kerem Bey, Emre’ye dondurma alması için biraz para verdikten sonra Mictian Kerem Bey’in yanına yaklaştı: “Çok sevimli bir oğlunuz var.”

    “Evet, oğlum Emre’yi ilk defa annesinin mezarına götürdüm. Çocuklar bir garip gerçekten de, annesinin üstüne neden taşları yağdığımı merak edip durdu yol boyunca.”

    “Annesi o daha küçükken mi öldü?”

    “Daha bir aylık bile değildi öldüğü zaman eşim Yeşim. Çocuğun ismine bile ne koyacağımı bilmiyordum, eşimin her zaman bir oğlumuz olduğundan isminin Emre olması istediğini söylediği zamanlar gelmişti ve ben de onun hatırına çocuğun ismini Emre koymuştum.”

    Mictian, Kerem Bey’in durgun gözlerine dikkatlice bakarak: “Yarın onu götürmen gerekecek, biliyorsun değil mi? Kötü bir süreç olacak Emre için, ama eğer yetenekleri bu yaşta ortaya çıkarsa daha büyük sorunlarla başa çıkmak zorunda kalacaksın. Emre, geçmişi ile ilgili daha fazla soru yöneltip duracak, annesini görmek istediğinde bile ne kadar zorlandığını düşünecek olursak bu senin için çok yıpratıcı olacaktır. Bu yüzden Hasan Bey’in ilacını Emre üzerine kullanmak zorundasın. Yan etkiler gösterecektir, geri kalan hayatında Emre mutsuz olacaktır ama bu herkesin iyiliği için, bunu sakın unutma.” diye anlattı.

    Kerem Bey, şaşırarak: “Seni Bay Soul mu yolladı? Tarikat adına mı çalışıyorsun?” diye sordu.

    Mictian bir süre bir şey diyemedi, ama sonra: “Tarikatın kurucusu Henry Soul ile tanışmıştım zamanında, hsoul aşamalarını oluştururken benden yardım da almıştı. Danışman diyebilirsin bana.” diye yanıt verdi.

    O sırada Emre koca bir külah dondurma ile yanlarına gelmişti. Çilekli, limonlu ve kakaolu dondurmayı yüzünün her tarafına sürerek yalamaya çalışıyordu. Babasına bakarak: “Bu amca kim, baba?” diye sordu.

    “Sadece babana yol tarifi soruyordum, evlat.” diye karşılık verdi Mictian ve Emre’nin başını sıvazladı. Sonra Kerem Bey’e dönerek: “Size iyi günler dilerim efendim.” dedi ve yanlarından ayrıldı.

    ***

    (8 yıl önce)

    Mictian, caminin karşısında camiden çıkan Zeliha Hanım ve oğlu Henry’i seyrediyordu. Küçük Henry ilk kez ziyaret ettiği camiden etkilenmiş gibiydi. Etrafı büyük bir merakla inceliyordu. Mictian, Zeliha Hanım’ın yanına yaklaşarak: “Sizi bir yerden tanıyor olabilir miyim, hanım efendi?” diye sordu.

    “Sanmıyorum, beyefendi. Hiç karşılaştığımızı zannetmiyorum.” diye yanıt verdi Zeliha Hanım.

    “Uzun bir zaman sonra evine dönen birinin bakışlarını yakaladım siz de, itiraf etmek gerekirse.”

    “Evet, bir caminin içine girmeyeli uzun zaman olmuştu. Oğlum Henry’i de ilk defa bir camiyi gezmiş oldu bu vesileyle.”

    Henry, annesinin yanından uzaklaşmıştı ve caminin yanındaki park alanına doğru ilerliyordu. Zeliha Hanım: “Henry, fazla oyalanma. Birazdan yola çıkmamız gerekecek.” diye seslendi.

    “Oğlunuz çok sevimli, hanımefendi.” dedi samimi bir dille Mictian.

    “Evet, benim için çok özel bir çocuk Henry. Oğlum gibi birini verdiği için Allah’a her gün dua ediyorum. Onu benden alacaklar diye bazen içime bir korku girdiği bile oluyor. O benim yaşam kaynağım artık.”

    “Umarım oğlunuz sizin sevginizin farkındadır.”

    “Sanıyorum, farkında.”

    Zeliha Hanım, Mictian’ın camiye girmemek için uzakta durmaya çalıştığını fark ettiğinde: “Camilerden korkmuyorsunuz değil mi? Allah günah işleyen kullarına bile kucak açar, eğer bu yüzden tedirginseniz sakın korkmayın. Ona içinizi dökebilirsiniz, günahlarınız için af dileyebilirsiniz her zaman. O anlayış gösterecektir.” diye belirtti.

    “Onun beni affedebileceğini hiç sanmıyorum, bayan. Onunla aramızdaki ilişki sandığınızdan daha karışık aslına bakarsanız diyebilirim.”

    “Bence yanlış düşünüyorsunuz. Ne yaparsanız yapın, o kullarına asla sırtını dönmez. Sizi de yalnız bırakmayacaktır. Buna emin olabilirsiniz.”

    Mictian kısa süren bir gülümsemenin ardından: “Neyse sizi daha fazla tutmayayım, siz ve sevgili oğlunuz Henry’e iyi günler dilerim.” dedi.

    “Size de.” dedi Zeliha Hanım gülümseyerek. Bir süre gizemli adamın arkasından bakakaldı, ama sonra oğlu Henry’nin yanına gitti. Henry annesine koştuktan sonra sarıldı mutlulukla.
    Mictian yoluna giderken anne ile oğlunun arasındaki ilişkinin ne denli büyük olduğunu düşünüyordu.

    ***

    (3 yıl önce)

    Mictian, hastane bahçesinde tek başına oturan Hasan Bey’in yanına oturduğunda Hasan Bey elindeki kâğıtları inceliyordu. Mictian: “Kötü haber sanırım, yüzünüz durgun gözüktüğüne göre.” diye yorum yaptı.

    “Evet, akciğerimde tümör tespit edilmiş. Sadece düşünüyordum tedavi sırasında çekeceğim sıkıntıları değil, aileme çektireceğim sıkıntıları.”

    “Hey, aileler bugünler için vardır. İyi günde değil asıl kötü günde ailenin farkına varırsın.” diye teselli etti Mictian.

    “şimdi ne yapacağıma emin değilim. Onlara hemen söylemem mi gerekiyor?”

    “Tabiî ki de söyleyeceksin, bunu saklayamazsın onlardan. Büyük bir haksızlık olur, anlatabiliyor muyum?”

    “Peki, sonra? Daha sonra ne olacak? Evimizde bir daha güneş açmayacak mı, her gün birbirimize bakıp ağlayacak mıyız?”

    “Hayır, şimdi ne yap biliyor musun? Oğlunu yarın balık tutmaya götür, tedavin başladığında bir yerlere gidemeyeceksiniz. Bu günlerin tadını çıkartmaya bak. Ona zamanın varken öğretebileceğin kadar şey öğret. Çünkü sen gittiğinde oğlunun tek başına tutunması lazım, onu büyük bir sınav bekliyor ve onu bu sınava hazırlayabilecek tek kişi sensin.”

    “Haklısın.” dedi Hasan Bey. Sonra: “Seni tanımıyorum bile, ama verdiğin öğütler gerçekten de çok iyi geldi. Sana teşekkür ederim.” diye ekledi.

    “Çnemli değil, efendim. Yardımcı olabildiysem ne mutlu bana.” dedi Mictian ve ayağa kalktı.

    “Onlar senin ailen, eşin Meral Hanım ve oğlun Serdar senin yanındalar. Bunu sakın unutma.” dedi Mictian, Hasan bey’in omzuna samimi bir şekilde dokunurken ve sonra yanından uzaklaştı.

    Hasan Bey diyecek bir şey bulamadı ve adamın uzaklaşmasını seyretti sadece.

    ***

    (şimdi)

    “Tekrardan zamanı geriye alırsan her şey düzelir mi?” diye sordu Serdar.

    “Bunu bir oyun mu sanıyorsun, üzgünüm ama bu zaman bir plak değildir. Bir ileri bir geri yapamazsın sürekli.” diye yanıt verdi Mictian.

    “Sana zaten sürekli yap diyen yok, bir kere daha zamanı en başa al ve her şeyi düzelt. Bu kadar zor olmasa gerek senin için, değil mi?” diye belirtti Henry.

    “En baştan neden zamanı geri aldığımı öğrenmek ister misin? Tanrı ve şeytan’ın arasındaki güç mücadelesine katkım olsun diye değil ya da şeytan buraya ayak bassın ve kölelik sitemine yeni bir yorum getirsin diye de değil. Bir meleğe âşık olmuştum, kendisi aynı zamanda Tanrı’nın en sadık meleklerinden biri olan Azrail’in çırağıydı.”

    “Ashriel’dan mı bahsediyorsun?” diye sordu Serdar birden.

    “Evet, ismi Ashriel’dı. Onun beynini yıkayıp kendime aşık etmemiştim. Gerçekten de birbirimizden hoşlanmıştık, ama Azrail doğal olarak buna karşı çıkmıştı ve sonunda Ashriel melek olmanın getirdiği güçlerini terk etmişti. Bir insan bedeninde olsa da ikimiz de mutluyduk, ikizim Sammael’i de yolumdan çekmeyi başarmıştım ve her şey plana uygun gidiyordu.”

    “Azrail yolumuza çıkarak Ashriel’in tamamen ölmesine neden olduğundan yapacak başka çarem kalmamıştı, her şeyi düzgün bir şekilde en baştan alabilirsem Ashriel’i kurtarabilirim diye düşündüm. Onu kurtardım gerçekten de ama bu sefer de onu kaybettim. Çünkü benim sevdiğim, bana âşık olan Ashriel artık yoktu. Onun aşkı ölmüştü artık ve bir daha geri gelmeyecekti.”

    “Belki yine de yapabileceğin bir şeyler olabilir.” diye belirtti Serdar birden.

    “Ne istiyorsun beden?” diye sordu Mictian ağlamaklı gözlerle.

    “Beni eğitmeni istiyorum. Böylece kendi başıma keşfedemediğim potansiyelimi kullanmama yardımcı olacaksın ve sonunda ben de zamanı geri almayı öğrenebilecek kadar yeteneklerimin farkında olabileceğim. Bunu yapabilir misin, Mictian? Belki Ashriel’i sonsuza kadar kaybettin, ama içinde hala ondan bir parça taşıyorsun ve o orada her zaman solmadan kalacak. Onun hatırına bana yardım eder misin?”

    Mictian, Serdar’a dikkatlice baktı: “Sen benden daha farklısın. İkimizde aynı geçmişe sahibiz, ben senin gelecekten gelmiş hali olabilirim ama sende benim sahip olamadığım o duyguyu görüyorum.”

    “Neymiş o?” diye sordu Serdar merak ederek.

    “İnsanlık. Sen insan tarafını keşfedebilmişsin, ben ise o tarafımdan hep mahrum kalarak yaşadım, ama sen insan olmayı da biliyorsun.” diye yanıt verdi Mictian.
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's website
    catboy
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Jan 19, 2007
    Posts: 3268
    Location: Izmir

    PostPosted: Mon Jun 22, 2009 12:23 am Reply with quoteBack to top

    3. Bölüm “Avcının Zihninde”

    Henry annesinin üs olarak kullandığı sahil kenarındaki lüks otelin koridorlarında yürürken boynundaki gümüş kolyeyle oynuyordu farkında olmadan. Annesini odasında kitap okurken bulmuştu. Zeliha Hanım gülümseyerek: “Biraz kafamı dinleyeyim diye okuyordum, ama kitap daha fena içimi kararttı diyebilirim.” dedi.

    “Yaprak Dökümü yerine Aşk-ı Memnu’yu önerirdim bana sorsaydın okuman için.” diye karşılık verdi Henry.

    “Aşk teması artık eskisi kadar ilgimi çekmiyor, ama senin ilgini çeken bir temaya benziyor.”

    Henry annesinin imalı bakışlarına bakmaktan başka bir şey yapmadı bir süre. Zeliha Hanım: “Onu gerçekten seviyordun değil mi? Hani Aziz Bey ile anlaşma yapıp Cennet’e gitmesi için gözünü kırpmadan öldürdüğün, sonra da bedeninin bir melek tarafından kullanılmasını kaldıramayıp Emre’yi kandırarak melekten kurtulmak isterken az daha iki defa ölümüne neden olacak kızı gerçekten seviyordun değil mi?” diye sordu.

    “Mictian’ın dediğine göre geldiği zamanda ben, Sevgi ile evleniyormuşum. İkimizin mutlu ve sevgi dolu bir yaşantısı olabilirdi, ama şimdi olan duruma bak.”

    “Merak etme, oğlum. Her şeyi düzene koyabiliriz hala, neden Mictian’ın şimdi Serdar olarak bildiğimiz kendi geçmişini eğitmesi için uğraştık kaç gündür sanıyorsun?”

    “Eğer yaptıkların işe yararsa ben artık senin oğlun olmayacağım, biliyorsun değil mi? Asıl annem ve babam olan Meral ve Hasan çiftinin oğlu Serdar olarak büyüyeceğim, belki de birbirimizi hiç tanımıyor olacağız.”

    “Olsun, en azından Benjamin’in yapmaya çalıştıklarını engellemiş oluruz sonunda değil mi ve herkes Mictian’ın geldiği zamandaki gibi mutlu hayatlarını tekrardan yaşamaya başlar?”

    Henry daha başka bir şey demedi ve gümüş kolyesiyle oynamaya devam etti. Zeliha Hanım: “O kolyeyi taktığını ilk defa görüyorum, Henry.” dedi.

    “Farklı bir şey taşımak istedim üstümde.” diye konuyu geçiştirdi Henry.

    “Hiçbir daha Aziz Bey ile görüşebildin mi?” diye sordu bu sefer annesi.

    “Aziz Bey ile görüşmeyeli bayağı zaman geçti, sanırım artık beni eskisi kadar önemli bulmuyor.” diye yanıt verdi Henry alaycı bir dilde.

    O sırada odanın kapısı açıldı yavaşça ve Damla’nın başı hafifçe kapının ardından göründü: “Sizi yalnız sandım, kusura bakmayın. Görüşmek istemişsiniz de benimle?”

    “İçeri gelebilirsin, Damla. Ben de tam çıkıyordum zaten.” dedi Henry gülümseyerek.

    Henry’nin odadan çıkmasını bekleyen Damla: “Egemen bence fazla paranoyak davranıyor, güvenilir kişiler olduğumuza inandığın için bizi kendi kurduğun takıma aldın. Sence gerçekten de Emre’ye neler bittiğini yetiştiren bir casus mu var? Hepimiz her gün saat başı sana rapor veriyoruz yerimiz, yaptıklarımız ve kimlerle olduğumuza dair. Beşimizden başka yaptıklarınızı bilen bir kişi yok ki, güvenlik görevlileri ve otelin hizmetlileri de zaten neden hala müşteri almadığımızla ilgilenmiyor.” diye başladı konuşmaya.

    “Egemen’in hisleri kuvvetli olduğu için aramıza almıştım en başta. Kendisinin bir süre askeri kariyerde kendini geliştirdikten sonra paralı askerlik ve avcılıkla para kazandığını biliyordum. İnsan davranışları, çevreye uyum ve her türlü teknolojik cihaz hakkında bilgiye sahip birinin hislerine sanıyorum güvenmekten yana olacağım.” diye karşılık verdi Zeliha Hanım.

    “Ama o daha Faris Bey’in çalışmalarının doğrululuğuna bile inanmıyor. İkizlerden elde ettiğiniz kanla kendinize ufak çapta bir ordu kurmak istemenize en başından karşı çıktığını size açıkça belirtti. İnsan doğasına aykırı olarak görüyor bu yaptıklarınızın. Benim üzerinde test yapmanıza izin verdim, çünkü bana bir söz vermiştiniz. Eşimin yaşadığı zamana geri dönmemi sağlayacaktınız, ama hala bir gelişme göremiyorum.”

    “Faris Bey kendi alanında uzman bir bilim adamı olduğunu kanıtladı, senin üzerinde uyguladığı kan sana istediğin anda konumunu değiştirebilme yeteneği bahşetti. Egemen ile seni en baştan ortak olarak yapmamın sebebi de ikinizin birbirinizin eksiklerini kapatacağını düşünmemden kaynaklanıyordu. İkiniz de iki farklı ucu temsil ediyordunuz. Bunu neyse ki kabul etmeniz fazla uzun sürmedi. Diğer konuya gelirsek de Serdar çalışmalarına başladı, yakında zamanı kontrol etmeyi öğrendiğinde hepimiz daha huzurlu hayatlarımıza geri dönebileceğiz. Sözümü tutacağım Damla, merak etme.”

    “Peki, şu anda Egemen nerede?”

    “Casusun peşinde...”

    ***

    “Bu kanın içinde gerçekten de şeytan’a dair bir iz var mı? Yani bunun içinde dünyamızda yer almayan elementler mi var?” diye sordu Egemen bir tüpün içindeki kanı incelerken.

    “Hayır, yok. Çünkü incelediğin bir kediden aldığım örnek kan.” diye yanıt verdi Faris ve tüpü Egemen’in elinden aldı.

    “Hey, insanlardan başka hayvanları da mı özel yetenekliler kategorisine sokmaya çalışıyorsun?” diye sordu Egemen, sert bir ses tonuyla.

    “Uçan bir kedi görmeyeceksin ya da bir üflemesiyle etrafını buza dönüştüren bir domuz, merak etme. Sadece asıl işime dönmeden önce kafamı dağıtmak için farklı türlerden aldığım kan örneklerini incelemek bir nevi hobim diyebiliriz.” diye karşılık verdi Faris, alt dudağının altındaki ince sakalıyla oynarken.

    Masanın üstündeki arkasında mor bir ışık yanan anahtarı eline alan Egemen: “Bu anahtarla bir yerlere giderek, içindeki gizli dosyaları birilerine ulaştırmayı düşünmüyorsun değil mi?” diye sordu.

    Faris, sinirle Egemen’in elinden anahtarını geri aldı: “Neden böyle bir şey yapayım ki? Aradığın casus ben değilim, evlat. Zeliha Hanım her zaman hayalim olan bir laboratuvarda çalışma imkânı verdi, neden bu hayalimi tepeyim ki durduk yere?”

    “Belki de başka birileri sana göre daha önemli bir şeyi koz olarak kullanmıştır, mesela sağlık durumun olabilir.” diye belirtti bu sefer Egemen.

    “Nereye varmaya çalışıyorsun, evlat? Avcılıktan sonra şimdi de dedektiflik oyunlarına mı başladın? Senin gibi yalnız kalmak için dünyanın orasından burasını gezen tipleri bilirim, ailesinden birini kaybetmiş, sonra da ailesinden geri kalan kişilerde kaybettiği kişinin yarısının gösterdiği kadar sevgi bile göremediğinden onları terk etmiş ve bir daha da geri dönmemiş o tiplerdensin değil mi?”

    Egemen öfkelenerek laboratuvardaki masaların üzerindeki dosyaları ve cam eşyaları devirmeye başladı. Faris gülümseyerek: “şimdi bir yerlere varmaya başlıyoruz, galiba.” dedi.

    ***

    (Beş gün önce)

    Egemen, Zeliha Hanım’ın ona uzattığı dosyaları incelemeye başladı: “Emily Soul, Serdar Seçkin, Emre Ertürk. Bunların yerlerini tespit edip yakalayıp size mi getirmemi istiyorsunuz yani?”

    “Aynen öyle, hem bunun için yüklü miktarda para alacağını hatırlatırım.”

    “Para işini sonra hallederiz, bana öncelikle aramaya nereden başlamam gerektiğini söyleyin ve ben de hemen işe koyulayım.”

    “Bunun yanıtını sana ben veremeyeceğim, ama sana bu konuda yardımcı olacak bir ortak vereceğim.”

    “Ortak mı? Bana ortaktan bahsetmemiştiniz.”

    O sırada odaya Damla girdi: “Bana da bir saat öncesine kadar bir ortaktan bahsetmemişti.”

    ***

    (Çç gün önce)

    Egemen ve Damla, Yeşim Ertürk’ün mezarının başındalardı. Egemen tepenin etrafını incelerken: “En son hatırladığın yer burası mıydı? Emin misin?” diye sordu Damla’ya.

    “Bölük pörçük parçalar olsa da bu mezarı çok net hatırlıyorum. Ççü de buradaydı, içimde melek olduğu için bedenimin kontrolü tamamen onun elindeydi. Yanımda genç bir çocuk vardı, ama o da başka bir melek tarafından bedenini kontrol edemiyordu. Hatırladığım kadarıyla meleğin adı Aziz’di ve benim içimdeki melek ile birbirlerini tanıyorlardı.”

    Egemen sinirlerine hâkim olmaya çalışarak: “Ne bu? Cinnet filminin içine filan mı düştüm ya da belki de Cehennemin birinci katından itibaren sonsuzluğa giden merdivenlerde geçecek yolculuğumdayımdır. Zeliha Hanım senin akıl hastanesinde uzun bir müddet kaldığını ve sonra da eşini kaybettiğini biliyor mu?”

    “İnanmak neden bu kadar zor, Egemen? Neden sadece başıma gelen olaylara illa deli saçması gözüyle bakıyorsun?”

    “Çünkü öyle de ondan.” diye bağırdı Egemen birden.

    Damla, öfkeli bakışlarıyla Egemen’e baktı sadece konuşmadan. Tepenin diğer tarafından duydukları hışırtılar tartışmayı bitirmişti. Egemen tabancasını çıkartarak tepenin etrafından dolaşmaya başladı dikkatlice. Damla: “Tabanca gerekli mi? Belki de bir kuzgunun yuvasıdır.” diye telaşla Egemen’in peşinden gitti.

    “Ya da belki de bir kutup ayısı?” dedi alayla Egemen ve hışırtıların geldiği çalılığa yaklaştı.
    “Dikkatli ol.” diye uyardı Damla.

    Egemen: “Hey, şu cebimden hemen el fenerimi çıkart ve çalılığa tut da işe yara. Aynı anda hem feneri yakıp, hem de silahı kullanamam.” dedi.

    “Doom oyununu anımsatan bir atmosfer yaratmak ise derdin bunu gayet güzel başarıyorsun?”

    “Bahsettiklerinin yanında Mars’ı ele geçiren Cehennemden gelen iblisler daha akla yatkın geliyor.”

    Damla daha fazla tartışmadan Egemen’in cebinden el fenerini alarak çalılığa ışık tuttu. Ardından Egemen tabancasını indirerek şaşkınlıkla: “Anlaşılan Zeliha Hanım’ı aramamız gerekecek, bir fenerle iki kişinin yerini bulduk.” diye belirtti.

    İkizlerden biri olan Serdar ile Zeliha Hanım’ın kızı Emily çalılığın içinde baygın bir biçimde yatıyorlardı. Emily’nin kendi kendine bir şeyler söylediğini fark eden Damla ona yaklaştı ve onun “Beni mecbur etme, beni buna mecbur etme!” diye mırıldandığını duydu.

    Egemen o sırada Zeliha Hanım’a cep telefonuyla ulaşmıştı: “Efendim, merak etmeyin. Onu bulduk, ama bir sorun çıktı.”

    Zeliha Hanım’ın sesi hafif de olsa Damla’nın kulağına ulaşıyordu: “Nasıl bir sorun? Seni her türlü sorunu çözeceğini düşündüğüm için tutmuştum en başta.”

    “Bu size danışmam gereken bir durum ama. Hedefi sağ salim ele geçirdik, ancak yanında sizi de ilgilendirecek birini de yakaladık: Kızınız!”

    “İkisini de buraya getirin hemen. Bu arada sana teşekkür etmek istiyorum. Gerçekten de usta bir avcıymışsın, Egemen. Sana ileride de ihtiyacımız olabilir.”

    “Bu şeref bana ait.” diye karşılık verdi Egemen ve telefonu kapattı.

    ***

    (şimdi)

    Egemen, Faris’in yakasına sarıldığında Faris’in elindeki iğneyi fark etmemişti: “Sen de kullandın mı? Sen de o şeytan kanını kullandın mı yoksa?”

    “Sana daha fazla bahane üretmekten sıkıldım, evet kanı kendi üzerimde de denedim Damla’da ortaya çıkan yetenekten sonra.”

    “Casus sensin değil mi? Emre’ye Serdar’ın yerini de bildirdin mi? Zeliha Hanım’ın kızını niye kaçırdı peki? Anlat bana, gerçeği istiyorum artık. Neyin peşindesin?”

    “Benim tüm derdim sadece kanı kullanarak daha fazla yetenek saptayabilmek.” dedi Faris ve iğneyi batırmak için hamle yaptı, ama Egemen, Faris’i tüm gücüyle itti.

    Duvarın dibine düşen Faris kalkarken demirden yapılma masanın ayaklarından birine tutundu: “Kazandığım yeteneği merak etmiyor musun?”

    Egemen, Faris’in bedenini demire dönüştürmesini izlerken: “Küçükken çok fazla hastane çöplüğünün altında uyuyakalmış olmalısın.” diye yorumda bulundu.

    Faris, Egemen’in karnına sert bir yumruk indirdikten sonra: “Yanlış tahmin, hastane değil okul olacaktı. Küçükken çok zayıftım ve metabolizmam spor yapmamı bile engelleyecek derecede yavaştı. Bu yüzden okulun serserileri tarafından hırpalanıp okulun çöp kutularından birine fırlatılırdım.” diye anlattı.

    Egemen öksürürken ağzından gelen kanı fark etti: “Az daha dalağımı ağzımdan çıkartıyordun.”

    Faris yeteneğini eğlenerek anlatmasını sürdürdü: “Bir bilim adamını keyifli kılan nedir biliyor musun?”

    “Kan örneği alacak bir zavallı mı bulması?” diye sordu alaycı bir dilde.

    “O kadar saatlerini harcadığı çalışmalarının sonuç verdiğini görmesi ve sonunda deneyi kendi üzerinde deneyip mutlu sona ulaşması her bilim adamının dileğidir.” dedi Egemen’in alaycı konuşmasını duymazdan gelerek Faris.

    Faris’in yavaşça bedeni normale dönmeye başlıyordu. Faris sinirle: “Hay aksi! Bunu bir türlü dengeleyemedim, bir süre sonra bedenime adapte ettiğim nesnenin özelliğini kaybediyorum niyeyse.” diye söylendi. Tekrardan metal masaya dokunacakken Egemen hızla tabancasına davrandı ve metal masanın ayağına ateş etti.

    Metal masa hafif hareket edince, Faris metal masa yerine metal masanın üstündeki deney tüplerine değiverdi ve yeteneğini kontrol edemeden bedeni cama dönüşmeye başladı. Egemen’e ağlamaya başlayan küçük bir çocuğun bakışına benzer bir şekilde bakan Faris: “Sakın yapma!” diye bağırdı.

    Egemen öfkeyle Faris’in alnını hedef seçerek ateş etti ve Faris bir cam gibi dağıldı.

    Yerdeki cam kırıklarına basmadan hareket etmeye çalışan Egemen, telefonu aniden çalınca sıçradı. Arayan Zeliha Hanım’dı. Egemen soluklanmaya çalışarak: “Bayan Soul, sanırım casusun icabına baktım. Gerçi yeni bir doktor bulmanız gerekebilir.” diye anlattı.

    “Faris’i öldürdün mü?” diye sordu sert bir dille Zeliha Hanım.

    “Evet, hainin o olduğuna emindim. Kanı gizlice kullanmış ve bir yetenek kazanmış, size de demeye gerek duymamış.”

    “Peki, sadece beşimizin bildiği o odaya ait olan anahtarlardan Faris’e verdiğim orada mı?”

    “Evet, masanın üstünde duruyor.

    “Demin birisi anahtarı kullanarak o odaya girmiş ve dosyalardan birini çalmış. Ben buradayım, sen ordasın, oğlum Henry de Serdar’ın eğitim aldığı yerde ve Faris de yanında ölü bir vaziyette olduğuna göre anahtarıyla odaya giren kişinin kim olduğunu tahmin etmek güç olmasa gerek diye düşünüyorum.”

    “Damla mı? Damla hain olamaz ama o yapmaz böyle bir şey. En büyük amacı eşini geri getirebilmekti, siz ona yardım edebileceğinize dair söz vermiştiniz. Neden şimdi böyle bir şey yapsın ki?”

    “Galiba sözümde duramayacağımı düşünmeye başlamış.”

    ***

    Damla elindeki kalın dosyayı Emre’ye uzattı. Bulunduğu yeri hatırlıyordu. Zaten melek bedenini kontrol etmeye Emre ile beraber bu tesisten kaçmaya çalışırken başlamıştı.

    “Ne kadar da ironik değil mi? Yine bu tesisteyiz, ama bu sefer roller farklı dağıtılmış durumda.” dedi dosyayı Damla’nın elinden alan Emre.

    “Daha fazla bekleyemem artık, senin yeteneklerini gördüm. Serdar’dan daha fazla yeteneklerine hâkimsin, yani senin zamanı kontrol edebilmeye başlaman Serdar’dan daha önce olacakmış gibi görünüyor. Bu yüzden eşimin yaşadığı zaman dilimine geri gitmemi sağlayacak kişi de sen oluyorsun. Bu yüzden san yardım etmeyi en baştan kabul etmiştim.” diye anlattı Damla.

    “Çzellikle Egemen çok kırılacak bu olaya, tam da sana yeniden güvenmeyi öğreniyordu.” dedi alayla Emre.

    Damla, Emre’ye öfkeyle tokat attı: “Egemen’in bu olayla ilgisi yok.”

    “Çyle mi? En son karşılaştığımıza beni av koleksiyonuna katmaya kararlı görünüyordu.” diye karşılık verdi Emre. Sonra koridorun sonundaki odaya yürümeye başladı. Damla’ya seslenerek: “Beni takip et, sana göstermem gereken bir şey var.” dedi.

    Damla tereddüt etse de zor durumda kalırsa yeteneğini kullanabileceğini hatırlatarak kendine Emre’yi takip etmeye başladı.

    Emre’nin götürdüğü odada Benjamin Soul bir tekerlekli sandalyede oturuyordu. Yüzündeki ve bedenindeki yaraları bol bir cübbe giyerek örtmeye çalışsa da belli oluyordu. Yanında oturan kızı Emily ise Benjamin’in ellerini ıslak bir bezle siliyordu.

    Emily bezi bir kenara bırakarak: “Misafirliğe birisinin geleceğini söyleseydin çay hazırlardım.” dedi alay mı ettiği ciddi mi söylediği belli olmayan gizemli bir bakışla.

    Tesisten kaçmaya çalıştıklarında o zaman Gökçe Dallas olarak bildikleri Emily, Emre ve Damla’nın önüne çıkmıştı. Emre’nin güçlerini kullanması engelleyen bir yeteneği vardı kan sayesinde, ama Damla’nın bedenini kontrol etmeye başlayan melek Emily’i şeytan kanından arındırmıştı.

    Emre’nin yanına yaklaşan Emily: “şimdi bir karar vermen gerekiyor, tatlım. Kimin tarafındasın?” diye sordu Damla’ya ve Emre’yi dudağından öptükten sonra: “Sanırım bu gece yine çalışmalarını aksatmak zorunda kalacaksın.” dedi Emre’ye.

    “Seninle geçirdiğim her vakit, çalışmalarımı aksatmaya değer, hayatım.” diye karşılık verdi Emre ve Emily’i dudağından öpmeye devam etti.

    Damla, Emre ile Emily arasındaki aşka bir türlü anlam veremiyordu. Benjamin’in hırıltılı, uykulu haline bakarken belki de büyük bir hata yaptığını düşünmeye başladı. Serdar, Zeliha Hanım’ın altında Emre’yi geçmek için bir çaba harcıyordu ama Emre ne de olsa Serdar’ın onu geçemeyeceği düşüncesiyle rahat tavırlardaydı.

    En sonunda kararını verdiğinde bunun doğru bir karar mı olduğundan pek emin değildi yine de: “Sanırım haklısın, amacıma ulaşmak için küçük bir günah işlemem gerekse de sonunda amacıma ulaştığımda yaptıklarımı telafi etmeye vakit de bulacağıma inanıyorum.”

    “İşte idealist kadınlara bayılıyorum.” diye yorumda bulundu Emre.
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's website
    catboy
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Jan 19, 2007
    Posts: 3268
    Location: Izmir

    PostPosted: Mon Jun 22, 2009 11:06 pm Reply with quoteBack to top

    4. Bölüm “Gümüş Kolye”

    Mictian, uzun bir sopayı Serdar’a fırlattığında Henry Serdar’ın eğitim göreceği salona elinde tepsiyle üç bardak bira getirmekteydi. Serdar sopayı yakaladıktan sonra: “Bu sopa olayı şart mı? Zaman ile ne ilgisi var ki bunun?” diye sordu.

    Henry’nin tepsisinden bir bardak aldıktan sonra Mictian: “Bazı soruların yanıtlarını zamana yaysan yani görerek zaten kendin soruların yanıtına ulaşacaksın...” diye açıkladı.

    “Hey, benim gelecekten gelen halim olduğuma emin misin? Ben böyle pek fazla felsefik konuşmam da.” diye karşılık verdi Serdar.

    Henry de tepsiyi bir sehpaya bıraktıktan sonra içi bira dolu bardaklarından birini eline aldı: “Siz ikinizi en iyisi yalnız bırakayım, başka bir isteğiniz olduğunda seslenirsiniz. Ben bahçede olacağım.”

    Henry odadan çıktıktan sonra Serdar: “Elinde tepsiyle oradan oraya bir hizmetli gibi bir şeyler taşımaktan pek hoşlandığınızı sanmıyorum.” dedi alayla.

    “Bence yanılıyorsun, bunu seve seve yapıyor. Yakın zamana kadar üstünde olan sorumluluklardan sonra şimdi kendini tatilde gibi görüyor.” diye karşılık verdi Mictian.

    “Onunla hem Henry Soul hem de Leonard Lous kimliğiyle tanıştım ve iki defa o ölürken yanındaydım. Bu yüzden sanırım ben onu senden daha iyi tanıyorum, Milenyum.”

    “Milenyum mu? Evet, Mictian’dan daha çok sevdim yeni ismimi, ama artık gevezeliği bırakıp çalışmalara başlasak diyorum.”

    “Bu sopa ile ne yapmamı bekliyorsun ki? Kendi kafamı yarmamı ummuyorsun umarım.”

    Mictian bir süre bir şey demeden bekledi, içinden gelen gülme isteğini bastırmaya çalışıyordu. Ardından: “Hayır, tek yapman gereken elinde tuttuğun sopanın aslında var olmadığına kendine inandırmak ve sonra o sopayı alıp benim kafama kuvvetli bir şekilde vurmak. Eğer zihnini serbest bırakabilirsen o sopayla kafamı dağıtmadan önce sopa elinden yok olmuş olacak veya ben yerde ambulans beklerken son sözüm sen zaman işini unut dostum olacak. Umalım ki zihnini serbest bırakmayı biliyorsundur.”

    Henry ise o sırada bahçede çimenlere oturmuş, elinde birası yıldızları seyrediyordu. Zeliha Hanım, Serdar’ın eğitimine verdiği önemi göstermek adına onlara İzmir’in deniz kenarındaki ilçesi Çeşme taraflarında bir villa ayarlamıştı. Villanın geniş salonunda Mictian, Serdar’ı çalıştırırken Henry denizin yaydığı huzuru ciğerlerine çekerek vakit geçiriyordu.

    Birden çalılıkların arasından bahçıvan kıyafeti giyen yaşlı bir adam çıkmıştı. Henry’e yaşlı adam yabancı gelmemişti. şaşırarak bahçıvana baktı: “Aziz Bey!”

    Yaşlı adam Henry’e gülümseyerek baktı: “Kendimi Aziz Bey olarak tanıtmaya başladığım kişinin bedenine geri dönmem başta benim için de garipti, ama bu yaşlı bahçıvanın bedenini gerçekten de özlemiş olduğumu fark ettim.”

    Henry bir şey diyememişti. Aziz Bey, Henry’nin omzuna nazikçe dokundu: “şaşırtıcı bir durum değil mi? Kafan karışmış olmalı, ama biz meleklerin bazen yetenekleri insanlara şaşırtıcı gelebiliyor. Bir insanın bedenini kullandıktan sonra içinden çıksan bile istediğin zaman o insan bedenine dönersen insan bedeninden arta kalan ne olursa olsun yine sapasağlam bir hale dönüyor, yani geçici olarak. Ben yine bu bedeni terk ettiğimde, yaşlı bahçıvanın yine küflenmiş kemik artıkları kalacak geride.”

    “Beni neden görmeye geldin? Bildiğim kadarıyla artık seninle işimiz bitmişti. Artık iyi kötü arasında bir köprü olma görevinden emekliliğe ayrıldım. Gördüğün üzere keyfim yerinde, yani melek dostlarına söyle artık sadece bekliyorum.”

    “Buraya diğer melek dostlarım adına gelmedim. Büyük düşmanımızın dünyaya geleceği geçidi hiç düşünmeden kapattığında Emre’nin artık iyi biri olduğuna inanmıştım, orada ilk defa bir insanın çekebileceği bir şekilde acı hissetmiştim. Vurulmuştum ve o acıyı hissedebiliyordum. Sonra Emre ile vedalaştığımızda gerçeğin aslında ne olduğu ortaya çıkmıştı, Emre daha beklemesi gerektiğine dair emir aldığı için orada öyle davranmıştı. Yoksa insan tarafını keşfettiğinden iyilik yapmamıştı yani. şimdi de melek dostlarım beni hain olarak suçluyor ve beni yakalamak için bir sürü melek yolladılar peşimden, hatta usta meleklerin çoğu bile beni hain olarak görüyor.”

    “Merhamet göstermemi filan mı bekliyorsun? Ne ekersen onu biçersin diye bir söz vardır, hiç işittin mi bilmem?”

    “Benden hoşlanmıyorsun, Henry biliyorum. Çektiğin acıların büyük kısmına ben sebep oldum ve bunların hepsinin bir sınav olduğunu düşünüyordum o zamanlar. Ama aslında seni değil başka kişileri bu sınavlardan geçilmem gerekiyormuş.”

    “O zaman ne diye buraya geldin?”

    “Bu hikâyenin esas iyi karakteri sensin ve bizi kurtaracak kişi de... Bu yüzden sana yardımı dokunacak bir şey getirdim.”

    Aziz Bey, gümüş bir kolye çıkartıp Henry’e uzattı. Henry sade ve süs içermeyen kolyeyi incelerken: “Bunun beni gaza getireceğini sanıyorsan bir daha düşün derim. En azından altından bir araba daha çok işimi görürdü, belli yerlerini eritip satardım paraya sıkıştığımda.” diye söylendi.

    “Her melek belli bir olgunluğa ulaştığında bir usta meleğin yanında çırak olarak yer alır, ustası onun çıraklık döneminin bittiğine karar kıldığında ise ona özel bir hediye vermesi gerekmektedir. Ben herkesin onun çırağı olmak için can attığı bir melek olan Cebrail’in yanında çırak olarak yer almıştım ve bu gümüş kolyeyi de o bana vermişti.” diye açıkladı Aziz Bey.

    Henry kolyeyi incelemesini sürdürürken: “Peki, sen Ashriel’e vereceğin hediyeyi düşündün mü?” diye sordu.

    “Ashriel şu anda resmi olarak benim çırağım değil, çıraklığı düşürüldü ve melekler tarafından kurallarımıza karşı çıktığı için aranıyor. Onun adını bile anmak yasaklandı, herkes asi melek olarak bahseder oldu.”

    “Sizin melek muhabbetleriniz beni aşıyor, bu yüzden bana neden bu kolyenin ne gibi bir özelliği olduğunu anlatmıyorsun.” diyerek konuyu değiştirdi Henry.

    “Bu gümüş kolyeyi taktığın zamanlar doğal olmayan varlıklar tarafından rahatsız edilemeyeceksin buna ikizler, kanı kullanarak yetenek geliştiren insanlar, iblisler ve hatta biz melekler dâhil. Aynı zamanda kendine bir sabit belirlersen, bu sevdiğin bir yer veya güvendiğin biri olabilir, oraya veya onun yanına istediğin zaman anında gidebilirsin.” diye yanıtladı Aziz Bey.

    Henry kolyeyi takarken: “Bu gerçekten de özel bir hediye, Aziz Bey. Bunun için ne diyeceğimi inan ki bilmiyorum.” dedi.

    “Umarım bir miktar da olsa benim hakkındaki düşüncelerini değiştirmene yardımı dokunur.” diye karşılık verdi Aziz Bey.

    Aziz Bey yavaşça bahçenin çıkışına doğru ilerlemeye başladı. Henry: “Nereye gidiyorsun şimdi? Bir daha ne zaman görüşebileceğiz?” diye sordu.

    “Bu son görüşmemiz olabilir, Henry. Tüm iyi dileklerim seninle ve umarım görevinde başarılı olursun. Unutma bizi kurtaracak o iyi kişi sensin. Görüşmek üzere, evlat!”

    “Ashriel’i görürsen selam söylersin.” diye bağırdı Henry arkasından, ama Aziz Bey çoktan gitmişti. Sesi duyarak bahçeye çıkan Serdar ve Mictian’a bakarak: “Birer bira daha içmek ister misiniz?” diye sordu.

    Sonra Mictian’ın alnındaki morluğu fark ettiğinde: “Sanırım sopa hala varlığını sürdürmekte.” diye yorum yaptı.

    ***

    Henry, gümüş kolyesini incelemeye devam ediyordu. Mictian’ın bahsettiği Sevgi ile evlendikleri geleceği hayal ederken annesiyle olan sohbeti aklına geldi.

    “Onu gerçekten seviyorum, anne.” dedi kendinden emin bir sesle.

    “Onu seviyor olabilirsin, ama ben senin annen değilim.” dedi birden bir ses.

    Henry ayağa kalktığında Hintli genç bir adamla karşılaştı. Açık kahverengi bir cübbe giymişti. Henry direk bakışlarıyla adamın üstünü tarayarak kilidi andıran sembolü aradı. Adam, Henry’nin amacını anladı ve sol kulağının arkasındaki izi gösterdi: “Bunu mu arıyordun?”

    Karşısındakinin bir melek olduğuna iyice emindi artık Henry. Hintli adam: “Acaba hiç buralara kendine buralarda Aziz Bey ismini takan birileri gelmiş olabilir mi? Kendisini bekleyenler var da, onu geri götürmem için beni gönderdiler.” diye anlattı.

    “Eski bahçıvanımın adı Aziz Bey’di. Hayır, o öldüğünden beri Aziz isminde biriyle karşılaşmadım.” diye karşılık verdi Henry.

    “Peki, o bahçıvanınızı öldükten sonra bir daha gördünüz mü?”

    “Hayır, zaten görmüş olsaydım şu anda Çeşme sahillerinde değil, Manisa akıl hastanesinin bahçesinde oturuyor olurdum.”

    Hintli adam bu sefer gergin bir ses tonuyla: “Artık rol yapmamıza gerek yok sanıyorum, Bay Soul. Bu yüzden diğer aşamaya geçebilir miyiz acaba?” diye belirtti.

    Henry, Hintli adama öfkeli bakışlar atarak: “İsmimi biliyor olabilirsin, ama ben seni tanımıyorum dostum. Çnce kimlik bilgilerini öğrenebilir miyim?” diye sordu.

    “Bugün aslında benim için kutlanması gereken bir gün olması gerekiyordu, ama maalesef bir melek olarak bazı sorumluluklarım var. Daha yeni çıraklık dönemim bitti, biliyor musun? Ustam artık benim hazır olduğunu söyledi ve bana görevimde çok işe yarayacağını düşündüğüm bir hediye verdi. şimdi tek istediğim Aziz Bey’i bulup onu teslim etmek ve kendi melek dostlarımla usta melek rütbesine ulaşmamı kutlamak, anlatabildim mi?”

    Hintli adam, mavi taşlarla bezeli keskin bir bıçak çıkarttı: “İşte bana verdiği buydu. Ne olursa olsun, her türlü varlığı öldürme yeteneği olan bir bıçak. Bununla kim bilir kaç tane iblisin boğazını keseceğim, hesaplayamıyorum bile.”

    “O bıçakla kendini de öldürebilirsin o halde yanlışlıkla, eğer her türlü varlığı öldürme yeteneği varsa değil mi?” diye sordu Henry bu sefer.

    “Bakıyorum da bıçakla ilgilendin, belki de bıçağı elimden alarak bir meleği öldüren ilk insan olmak için can atıyorsundur.”

    “Bıçağınla ilgilendiğim yok, sadece kendine dikkat etmen için seni uyardım o kadar. Elinden biri o bıçağı kaparsa, başın dertte demektir, söylemedi deme sonra.”

    Bıçağı melek sağ bileğinin içine yerleştirirken bıçağın kabzasında bir an için Henry meleğin isminin yazılı olduğunu gördü: “Seni şimdi hatırladım. Seninle bir defa karşılaşmıştım, hastaneydim ve yanıma gelerek benimle konuşmuştun. Sen Vangelis’sin.”

    Vangelis gülümseyerek: “Hatırlamış olman güzel, Henry. Ama ben daha fazla lafı dolandırmak istemiyorum. Aziz Bey anlaşılan burada değil, o zaman en azından elim boş gitmek istemiyorum. Burada ikizlerden birini sakladığını biliyorum ve buraya kadar gelmişken onu bir zamanlar Aziz Bey’in yapması gerekeni, yani öldüreyim diyordum.” diye asıl geliş sebebini anlattı.

    Henry, Vangelis’e doğru öfkeyle yürüdü: “Bunu asla yapamazsın.”

    Vangelis: “Anlaşılan kibar yol işe yaramayacak.” dedi ve ellerinden beyaz bir ışık çıkarttı Henry’nin üzerine doğru. Henry beyaz ışığı bir tehdit olarak algıladığında boynundaki gümüş kolye ışıldamaya başladı ve Henry gözlerini açtığında annesinin odasının kapısında buldu kendini.

    Hemen odanın kapısını açtığında annesini yine koltuğunda otururken buldu. Zeliha Hanım gülümseyerek: “Dediğin öneriye uydum. Aşk-ı Memnu okumak daha iyi geldi.” dedi.

    “Anne, bir sorunumuz var. Meleklerden biri Serdar’ı öldürmeye geldi, buraya zar zor gelebildim.”

    Zeliha Hanım oğluna sarılarak: “İyi misin? Sana zarar veren oldu mu?” dedi.

    O sırada odaya Egemen girdi: “Damla’ya ulaşmaya çalıştım, ama telefonu kapalı ve gidebileceği tüm yerleri dolaştım, hiçbir yerde bulamadım.”

    “Neler oluyor, anne? Damla kayıp mı?” diye sordu Henry.

    “Kasadan dosyalar çalınmış ve baş şüpheli olarak da Damla görünüyor.” diye yanıt verdi Zeliha Hanım.

    “Damla’yı sonra halledersiniz, öncelikle Serdar’a yardım etmemiz gerekiyor.”

    “Merak etme, canım. Mictian ile ikisi bir meleği rahatlıkla alt edeceklerdir.”

    “Ne meleği?” diye sordu merakla Egemen.

    “Bir melek Serdar’ı öldürmek için harekete geçmiş anlaşılan.” dedi Zeliha Hanım rahat bir şekilde.

    “Ben de tam sizin anlatmaya doyamadığınız meleklerinizle tanışmak istiyordum. Madem elime bir fırsat geçti, bir gidip göreyim nasıl bir tipmiş diye. Damla’dan haber alırsanız haber verin, ilk ben onunla görüşmek istiyorum.” dedi Egemen ve odadan çıktı.

    Henry onu durdurmak için peşinden gidecekti ki Zeliha Hanım: “Bırak gitsin, zaten o gidesiye meleği defetmiş olurlar.” dedi.

    Egemen otelin önüne park ettiği motosikletine doğru ilerlerken telefonu çaldı. Arayan Damla’ydı. Egemen öfkeyle: “Nerelerdesin, Damla? Her yerde seni aradım.” diye söylendi. Ama telefon karşısındaki kişi Damla değildi.

    “Sanırım aramayı unuttuğun bir yer daha var.”

    “Emre?”

    “Evet, benim. Sesimi unutmamış olmana sevindim. Bayan Soul’dan tarikatın eski çalıştığı yer olan tesisi duymuşsundur, seni burada bekliyor olacağız ailecek. Damla da konuşmak isterdi, ama şu anda pek konuşacak durumda değil, kusura bakma.”

    Emre telefonu kapattıktan sonra Egemen, elinde farkında olmadan telefonu parçalarken derin bir nefes aldı ve motosikletine atladı ardından.
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's website
    catboy
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Jan 19, 2007
    Posts: 3268
    Location: Izmir

    PostPosted: Fri Jun 26, 2009 1:07 am Reply with quoteBack to top

    5. Bölüm “Bıçağın Ucundaki Çlüm”

    Serdar, havluyla ensesindeki teri silerken Mictian’ı gözlemliyordu. Mictian ise bira dolu bardağına buzlbuz takviyesi yapmaktaydı.

    “Bunca zaman neler yaptın, nasıl saklandın ve özellikle Zeliha Hanım seni nasıl yakalayabildi bir türlü aklım almıyor.” diye belirtti Serdar.

    “İlk başta emin olamamıştım gerçekten de başardım mı zamanda geriye dönebilmeyi diye. Bir süre etraftaki çöplüklerden gazete sayfaları aradım ve bulunduğum zaman dilimiyle ilgili bilgiler toplamaya başladım. şans eseri bir gün karşıma ölen bir adamı karşılayan Aziz Bey çıktı ve kaç yıldır düşmanım olan kişi beni tanımadı, o anda amacıma ulaştığıma kesin olarak emin oldum. Neyse ki Aziz Bey’in beni onu görebildiğimi fark etmesine fırsat vermeden uzaklaşabilmiştim.” diye anlatmaya başladı Mictian birasını arada bir içmeyi unutmadan.

    “İnsanları işine alet etmek ve tarikatı kurmak nereden aklına geldi peki?”

    “Kendi zamanımda burada Emre diye bilinen ama asıl adı Sammael olan ikizimle uğraşmıştım yıllar boyu ve sonunda onu alt etmeyi başarmıştım. Ama bunca zaman sonra hiçbir insan ne ikizleri ne de amacımızı biliyordu ve bu da bizim karanlığın ordusu diye bahsi geçen insanlara liderlik etme görevini ulaşılmaz bir hale sokuyordu tabi meleklerin, hele ki Aziz Bey’in insanların bizden haberleri olmamalarını sağlamak için yaptığı çabaları da unutmamak lazım. Ben de sonunda zengin iş adamı Henry Soul ile tanıştım ve onunla birlikte tarikatın temellerini attık. O Hsoul aşamalarını ortaya attı, ben de sessizce danışman olarak arka planda yer aldım sadece.”

    “Henry Soul’u neden oğlu Benjamin Soul’a öldürttün?”

    “Benjamin Soul, Henry Soul’un yapmaya tereddüt ettiği bir şeye kalkışmıştı da ondan. İlk ona şeytan kanını veren bendim, benim kanımdan birkaç damla sayesinde kendine yetenek geliştiren ilk insan olmuştu. Bu beni Benjamin’in babasından daha ileri görüşlü olduğu konusunda ikna etti ve ben de onu yeni lider yaptım. Ama biraz hırslı ve doymak bilmeyen bir güç sevdasına sahipti. Hem benden hem de Emre’den temin ettiği kanlarla daha fazla yetenek geliştirdi, ama bu bir sürü yan etkiye neden oldu. O da kendini ölmüş gibi göstererek tarikat işlerini daha bir sessizce yürütmeye başladı.”

    “Peki, bizim Henry’i evlat edinmesini, bizi yani ikizleri de Hasan ile Kerem Bey’e evlatlık verilmesini isteyen sen miydin en başta?”

    “Hayır, onlara karar veren Benjamin’di. Henry’nin yanında kendi oğluymuş gibi büyümesini istiyordu, meleklerin özellikle Aziz Bey’in ortaya attığı bir kehanete göre Henry iyi ile kötünün mücadelesinde köprü görevi görecekti ve hangi taraf onu kendi tarafına çekebilirse kazanmayı garantileyecekti. Bu kehanete ben hep şüpheyle yaklaşmıştım, bu yüzden de hiç karışmadım. Meleklerin yeni bir taktiği gibi gelmişti bana nedense.”

    “Aklıma takılan bir konu daha var aslında, neden buradasın? Hiç kaçmayı denemedin bile, hala anlayamıyorum. Ashriel’i yeniden kendine âşık etmek ve bu sefer ölmemesini sağlamaktı belki de asıl amacın, ama artık onun gerçekleşmeyeceğini biliyorsun. Ama ben hala neden burada olduğunu anlayamıyorum.”

    “Asla anlayamazsın, Serdar. Çünkü yirmi yıllık hayatında senin birine âşık olduğunu hiç görmedim ben. Birine âşık olmayı ve onu kaybetmenin acısını bilmeden neden burada olduğumu ve sana yardım ettiğimi anlayamazsın.”

    “Yanılıyorsun bu konuda, Mictian.” dedi Serdar samimi bir sesle.

    “Yanılıyor muyum?” diye sordu Mictian merakla.

    “Bu zamana kadar hiç anlamamıştım, hep olamaz diye geçiştiriyordum. Ama artık eminim, ben ona âşık olmuştum ve artık onu senin gibi kaybettim. Bu doğru değil ama ben şeytan kanı taşıyan bir günah tohumuyum, o ise bir melek. Ashriel ile asla beraber olamayız.”

    “Ne olursa olsun, zamanın kendi rotasını düzeltme gücü varmış gerçekten de. Ne yaparsam yapayım kaderi değiştiremiyorum belki de. Ona âşık oldun demek? Bu gerçekten de inanılmaz bir şey.”

    “Haklısınız, bir meleğin sana âşık olacağı güne lanet olsun.” dedi arkalarında bir ses. Serdar ve Mictian arkalarını döndüklerinde Hintli genç bir rahibin bedenini kullanan Vangelis ile karşılaştılar.

    İkisi de aynı anda: “Sen?” dediler.

    ***
    (Bir hafta önce)

    Serdar, Aziz Bey’i vuran ve şeytan’ın dünyaya ayak basacağı boyutun kapısını açan Emily’e doğru yürümeye başladı: “Artık hepimizi köle yaptın. Ama ne ben ne de sen yeni düzeni göremeyeceğiz, en azından bunu gerçekleştireceğim.”

    Emily titreyen elleriyle Serdar’a silahını doğrulttu: “Beni buna mecbur etme!”

    Serdar, Emily’i yakaladığında: “Artık korkmuyorum, ne ölümden ne de karanlıktan. Çünkü ben zaten ölümün ve karanlığın hizmetkârıyım.” diye bağırdı.

    Emre, Serdar’ın arkasından “Sakın yapma bunu!” diye bağırsa da geç kalmıştı ve Serdar ile Emily uçurumdan aşağıya düşmüşlerdi.

    Birden zaman durduğunda Emre’nin arkasında Mictian belirdi: “En azından zamanda hala kontrol edebildiğim durumlar olmasını bilmek güzel.”

    Mictian uçurumdan düşen Serdar ile Emily’i tepenin arkasında yer alan çalılıkların içine ışınladı ve zamanı onlar için bir gün sonraya aldı. Böylece Emre, Aziz Bey ve Ashriel ertesi günü aradıkları halde etrafta Serdar ve Emily’e dair bir iz bulamadılar. Onlar tepeyi terk ettikten sonraki zamana ışınlamıştı Mictian ikisini.

    Bir süre sonra Egemen ile Damla’nın ikisini bulacağı tepeden Mictian ayrılırken ağacın tepesine tünemiş kuzguna selam vermeyi de ihmal etmemişti.

    “Senin bir gün buraya döneceğin günü bekleyip durmuştum ve sonunda buradasın.” dedi arkasından biri.

    Mictian döndüğünde Zeliha Hanım ile karşılaştı: “Ne istiyorsun?”

    “Bence yanıtı gayet iyi biliyorsun. Ondan intikam almak istiyorum.”

    “Bunun için sana nasıl yardımcı olabilirim.”

    “Merak etme, nasıl yardımcı olacağını ben biliyorum.” dedi Zeliha Hanım. Mictian birden sersemlemeye başladığını fark etti. Ensesini tuttuğunda minik bir iğne eline geldi.

    “Kuzguna selam vermekle oyalandığın için kuzgunun yuvasının altına yerleştirdiğim uyuşturucu iğne atmaya ayarlanmış silahımı fark edemedin. Gerçekten de iyi yerleştirmişim demek ki, ne mutlu ki bana.” diye belirtti Zeliha Hanım.

    Mictian yere yıkılırken Zeliha Hanım’ın Emily ve Serdar’ın yerini fark edemediğini düşünüyordu. Mutlu bir tebessüm yayılıyordu dudaklarında farkında olmadan. Zeliha Hanım: “İğne hoşuna gitti anlaşılan.” diye yorumda bulundu.

    ***

    (İki gün önce)

    Mictian, Henry’i takip ediyordu. Az sonra kendisinin geçmişteki haliyle görüşecekti. Bu yüzden hafif bir heyecan yaşıyordu içten içe.

    “Serdar’ı tanırım, ona biraz zaman tanı. Buna alışması için benden daha fazla zaman isteyecektir.” diye belirtti Henry.

    “Bence yanılıyorsun, eğer ben onun gelecek halim isem onunla aynı karaktere sahibimdir. Bildiğim kadarıyla ben hayatım boyunca karşılaştığım garipliklere önce hep deli saçması gözüyle bakmışımdır, sonra da sanki kırk yıldır biliyormuşum gibi hayatımın bir parçası yapmışımdır. Serdar için de ilk başta inanmak zor gelse de iki gün sonra beni kırk yıldır tanıyormuş gibi davranması kaçınılmaz olacaktır.”

    “Sen bilirsin.” dedi sadece Henry ve villanın kapısını açtı.

    Serdar kanepede uyuklamaktaydı. Henry: “Onu bir çalılığın içinde mi ne bulmuşlar, bu yüzden üşütmüş. Yorgun olduğu için istersen uyanması bekleyelim.” diye önerdi.

    “Benim için uygun.” dedi Mictian, Serdar’a bakarken. Sanki gençliğini gösteren bir aynaya bakıyormuş gibi hissediyordu. Kendine gelmek için bir süre gözlerini kapatması gerekecekti.

    Henry buzdolabının kapısını açtıktan sonra: “Portakal suyu mu bira mı?” diye sordu.

    “Hangisi daha serinse onu alayım.” diye yanıt verdi Mictian.

    “Buzluğa koyduğumuz buzların amacı zaten pek serin olmadığını düşündüğümüz içeceklerin iyice soğumasını sağlamak ya da boğazımızın şişmesi içinse belli bir potansiyel yaratma çabası da diyebilirsin.”

    “O zaman bu kadar bilimsel açıklamadan sonra bir bardak bira ve soğuk duruma gelmesi için yeteri kadar da buz alayım.”

    “Tamam, ben de acaba içki içmekten pek hoşlanmaz mısın diye düşünmüştüm de.”

    “Evlat, karaciğerimin içkiyle barışık olduğunu belirtmeme gerek var mı bilmem.”

    “Bu da bir yetenek mi, karaciğerinin alkole karşı dayanıklılığı artırma gibi pasif bir yeteneğin de mi var yani?”

    Henry’nin getirdiği bardaktan birasını içmeye başlamadan önce: “Artık hangisi beni insanlardan farklı kılan bir özellik bilemez oldum, belki de suyun altında on saat durabilmem insanların dalgıç kıyafetlerini kullanmaya başlamasından sonra o kadar da beni farklı kılan bir yetenek olmaz olmuştur örnek vermek gerekirse.” diye belirtti.

    “Kulağın arkasında solungaçlar filan mı beliriyor?” diye sordu birasından bir yudum alırken Henry. Bir süre sonra da Mictian’ın kendisiyle dalga geçtiğini fark ettiğinde: “Kendini komik sanmaya devam et sen.” dedi.

    “Aslında o kadar dalga geçtiğim söylenemez, insanlardan biraz farklı işliyor vücudumda organlar diyebilirim. Karaciğerim, kalbim, akciğerlerim daha dayanıklılar, ama tabi on saat nefessiz kalabilme gibi bir yetenek değil de on dakika diyelim şuna.”

    O sırada Serdar kanepesinde doğrulmaya başlamıştı. Esnerken: “Neredeyim ben?” diye sordu. Mictian, Serdar ile göz göze geldiğinde: “Asıl soruyu benim sormam gerekiyor galiba.” dedi.

    Henry, Mictian’a: “Nasıl, bira pek soğuk gelmedi galiba.” diye belirttikten sonra Mictian elinde bardak olmadığını fark etti ve bir süre sonra kendisinin bir sandalyeye bağlı olduğunu anladı.

    “Benim zihnime girip, sahte anılarla kandırmaya mı çalışıyorsun?” diye sordu Mictian, ağzı sıkı sıkı bağlı olduğu için içinden düşünerek konuşabiliyordu.

    “Sana güvenemezdim, bu yüzden bu yola başvurdum. Senin zihninde küçük bir yolculuğa çıktım, sohbetinin pek keyifli olduğunu söyleyemem. Neyse birazdan ayılacaksın ve seni Serdar ile o zaman tanıştıracağım, merak etme.” dedi Henry ve etraf kararmaya başladı.

    ***

    (şimdi)

    Mictian, Vangelis’e baktıktan sonra Serdar’a: “Beni iyi dinle, Serdar. Hayatım boyunca yaptığım en fazla şey meleklerle savaşmak olmuştur. Onların en büyük silahı tüm bedenini kavuracak denli yakan kutsal ışıklarıdır, buna karşı bizim en büyük kozumuz ise o ışığın aslında olmadığını düşünerek ışığın zararından korunabilmemizdir. Bunun için iyice yoğunlaşman gerekli ve çok dikkatli olmalısın. Çünkü karşımızda artık usta olmuş bir melek bulunuyor.”

    “Usta olduğunu nereden anladın?” diye sordu Serdar.

    “Yeteneklerini geliştirdikçe öğrenebileceğin bir şey bu, Serdar, istersem karşımdaki meleğin geçmişini bile analiz edebilirim sadece yoğunlaşarak. Çnemli olan yoğunlaşabilmek, Serdar, sakın unutma bunu.” diye belirtti Mictian.

    “Gerçekten de inanılmaz, kendine iyi bir eğitmen bulmuşsun Serdar. Kıskandım diyebilirim, gerçi benim hocam da iyi bir eğitmendi ama seninkinde sanki daha farklı bir durum hissediyordum. Nedense birbirinizle aynı özellikleri paylaşıyor gibisiniz.” diye konuştu Vangelis.

    “Çünkü o benim yaşlı modelim, yani gelecekteki halim.” diye yanıt verdi alayla Serdar.

    “O zaman bir taşla iki kuş vurmuş olacağım, önümde hem günümüzün ikizlerinden biri var hem de onun gelecekten gelen hali. Bu durumda ikiniz de benim listemde yer alıyorsunuz, kusura bakmayın ama birazdan sizi yeryüzünden silmek zorunda kalacağım.” diye karşılık verdi Vangelis.

    “İşte başlıyoruz.” diye uyardı Mictian.

    Bir süre sonra Mictian’ın belirttiği gibi Vangelis iki elini de ileriye uzatarak parlak bir ışık oluşturmaya başladı. Serdar, Mictian’ın eğitimde kullandığı sopasıyla olan beceriksizliğinden sonra bunu yapabileceğine ihtimal vermese de yoğunlaşmaya çalıştı.

    “Aslında karşımda parlak bir ışık yok, olmasın lütfen karşımda parlak bir ışık olmasın.” diye içinden söyleniyordu Serdar. Mictian ise kıpırdaman Vangelis’in karşısında dikilmekteydi. Vangelis tüm odayı parlak bir ışıkla doldurduktan sonra ellerini geriye çekti, ama ne Serdar’e ne de Mictian’a zarar gelmemişti.

    “Gerçekten de öğrencinle gurur duymalısın, derslerine sıkı çalışıyor anlaşılan. Ama bu uzun sürmeyecek.” dedi Vangelis. Işık odayı terk ettikten sonra Serdar’ın kendine güveni gelmişti: “Aziz Bey bunu biliyor mu? O da sana başka meleklerden öğrenemeyeceğin şeyler öğretmemiş miydin mesela yansılamalar oluşturabilme gibi sadece onun bildiği güçler gibi? O buraya geldiğinden haberdar mı?”

    “Aziz Bey şu anda sizin gibi aranıyor ve asıl görevim onu yakalayıp geri götürmek zaten.” diye yanıtladı Vangelis.

    “Nasıl yani, Ashriel gibi o da mı kaçak durumunda?”

    “şimdilik öyle, ama fazla uzun sürmeyecek.”

    Vangelis, ustasının ona verdiği bıçağını çıkartırken: “Bunu kullanmayı aslında istemiyordum, ama beni buna mecbur ettiniz.” diye konuştu.

    Mictian, bıçağı gördükten sonra: “İnanmıyorum, bu bıçağın içinde taşıdığı güç çok fazla. Bu bıçak hangi varlığa saplanırsa o varlık bıçaktan ona yayılan enerjiye asla dayanamaz, buna melekler de dâhil.” diye belirtti endişeyle.

    “Gerçekten de dediğin kadar varmış, yoğunlaştığında gördüğün nesnenin veya kişinin her şeyini öğrenebiliyorsun. Keşke bu yeteneğini öğrencine öğretebilecek kadar zamanın olsaydın.” dedi Vangelis ve bıçağını sıkıca tutarak ilerledi.

    “Bu bıçak varken ne yapabiliriz?” diye sordu Serdar. Mictian’ın endişeli bakışları Serdar’a sorusunun yanıtını vermişti. Mictian da ne yapılması gerektiğini bilmiyordu.

    “Yapılması gereken belli, Serdar, ben onu oyalarken sen kaçacaksın, onu ne sen ne de ben yenebiliriz. Birimiz geride durup onu oyalamalı, bu durumda o yem ben oluyorum.” dedi Mictian birden.

    “Buna asla izin veremem, zamanı durdurabiliyorsan yeteneğini kullansana.” diye önerdi Serdar.

    “Anlamıyorsun, Serdar. Zaman öyle her zaman karıştırabileceğin bir oyuncak değil, sadece o sana izin verirse onu kontrol edebilirsin.” diye yanıt verdi Mictian.

    Vangelis, bıçağını havaya kaldırıp Mictian’a saplamak üzereyken: “Çabuk kaç, seni salak.” diye bağırdı Mictian.

    Mictian kalbine saplanan bıçağa bakarken Vangelis: “Sonunda hak ettiğini buldun, işlediğin tüm günahların bedelini ödeyeceğin bir cehennem bile yok senin için. Sonsuzlukta yok olup gideceksin.” diye bağırdı.

    Mictian, tüm gücüyle bıçağı çıkarttı, Vangelis endişeyle geri adım atarken: “Hayır, seni ben öldüremem. Ama yine de öldürebilirim.” diye belirtti Mictian ve bıçağı Serdar’a fırlattı.

    Serdar bıçağı yakaladıktan sonra bir süre tereddütte kaldı. Mictian’ın gözleri ve ağzının içinden ışıklar çıkmaya başlıyordu. Demin açıkladığı gibi hiçbir varlık bıçaktan yayılan enerjiye dayanamazdı. Vangelis: “Gördün mü, Mictian? Bir meleği bile öldüremiyor. Neden mi? Bu içinde hala iyilik olabileceğine inanmasıyla alakalı değil, o çünkü asla iyi biri olamaz. Beni öldüremez, çünkü o bir korkak. Aynı senin gibi, çünkü o senin geçmişin, sen beni öldüremezsen o hiç öldüremez.” diye konuştu alay ederek.

    Serdar, Ashriel’in Sevgi’in bedenini kullandığı zamanlarını hatırladı. Onunla geçirdiği vakitler gözünden önünden geçiyordu. Ashriel: “İyi biri olmak alın yazımız değildir, iyi biri olmak istersin ve iyi biri olursun.” diye konuşuyordu kulağın içinde.

    Annesi Meral Hanım’ın öldüğü zamanı düşünüyordu, annesinin ölmüş bedenine bakıyordu. Aziz Bey’in sesi: “Herkes hatalarının bedelini öder tıpkı annenin ödediği gibi.” dediğini duyuyordu şimdi de.

    “Olmaz istediğin şey ne, Serdar. Benim bile ikinci bir şansı hak ettiğimi görüyorsun, peki hala neden kötü biri olduğunu düşünüyorsun?” diye konuştu Henry’nin sesi kulaklarında.

    “Çünkü kötü biri olmam gerekiyor, çünkü melekler bile benim kötü biri olduğumu düşünüyor, çünkü kötülük yapmak benim alın yazım.” diye bağırdı Serdar ve Vangelis’e ilerlemeye başladı.

    Vangelis kaçmak için hareket ettiğinde kıpırdayamadığını fark etti: “Sanırım felç oldum.”
    Serdar, acımadan Vangelis’e bıçağı defalarca saplamaya başladı. Vangelis: “İşte dediğime geliyorsun. Sen şeytan’ın bu dünyadaki izisin, bundan kaçamazsın. Sen kötü biri olmak için geldin ve kaderinde olanı ne kadar kaçmaya çalışsan da gerçekleştireceksin, çünkü sen busun.” dedi.

    Vangelis parlak ışıklar eşliğinde yok olduktan sonra Serdar’ın elinde tuttuğu bıçak da birden kum gibi dağıldı. Mictian hala tam olarak yok olmamıştı, ama etrafı ışıkla çevrilmişti. Serdar onun yanına gitmek istediğinde Mictian: ”Hayır, yaklaşma Serdar. Git buradan, uzaklaş ve dediklerimi unutma. Artık her şey senin elinde, zamanda geriye dönüp her şeyi düzeltebilirsin.” diye uyardı ve kalan kısmı da yok oldu.
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's website
    catboy
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Jan 19, 2007
    Posts: 3268
    Location: Izmir

    PostPosted: Sat Jun 27, 2009 12:08 am Reply with quoteBack to top

    6. Bölüm “Sahte Anılar”

    “Serdar’ın şimdiye kadar araması gerekmez miydi? Ben geri dönüyorum.” dedi Henry ve kapıya yöneldi. Zeliha Hanım oğlunun omzundan tutarak: “Dur, başlarına bir şey geldiyse bile sen ne yapabilirsin ki? Bir meleğe karşı nasıl bir hamlede bulunabilirsin ki?” diye uyardı.

    “Bu boynumda takılı iken kimse bana bir şey yapamaz.” diye belirtti Henry, gümüş kolyesini göstererek.

    “O gümüş kolyeyi sana kim verdi? Eğer dediğin gibi bir gücü varsa, ancak bir meleğe ait bir eşya olabilir.”

    “Kolyem ile neden bu kadar ilgilendin, anne? Çnemli olan bu varken bana hiçbir şekilde zarar gelmemesi, bunun senin için öncelik olduğunu sanıyordum yani benim can güvenliğim.”

    Zeliha Hanım’ın gülümseyerek: “Tabiî ki de hayatım, senin güvenliğin her zaman önce gelir.” dedi ve oğluna sarıldı. Henry, annesinin kokusunu içine çekerken: “Hala anlayamıyorum.” dedi birden.

    “Neyi oğlum?” diye sordu Zeliha Hanım.

    “Ben haberlere kendimi peygambermişim gibi gösterip çıktım diye evime gelip bana tokat atmıştın, ama sonra birden değişiverdin. Babamım işlerine hiç karışmaz, kendi dini kurallarına uyardın ve bize de kendi dini duygularını aşılamaya çalışırdın. Beni camiye götürmüştün bir keresinde, babamı hep ikna etmeye çalışırdın bizi çarpık tarikatın sonu insanlık için kötü bitecek amaçlarına bulaştırmasın diye, ama sonunda ben de kız kardeşim de tarikatın içine girdik.”

    Zeliha Hanım’ın yüzü birden değişmişti. Henry’i bırakıp vitrinine yöneldi ve oradan bir fotoğrafı eline aldı. Fotoğrafta Soul ailesinin tüm üyeleri malikânelerinin önünde samimi bir pozda durmaktaydı.

    “Bu fotoğrafı on yıl önce çektirmiştik, ailecek beraber ve mutlu olduğumuz günlerden birine dair bir anı olarak hep bu resmi sakladım.”

    Henry, annesinden fotoğrafı aldı: “Bu günü hatırlıyorum, hem de çok iyi çünkü bu resmi çektirmemizden birkaç saat sonra Emily’i yere düşürmüştüm ve eve koştururken sizin konuşmanıza kulak misafir olmuştum, üvey evlat olduğumu öğrenmiştim. Ardından da bahçemizde bahçıvanımız Aziz Bey ile konuşmuştum.”

    Zeliha Hanım: “Kim bilir neler çektin bu zaman kadar? Senin yanında olamadım doğru dürüst. Bunun farkındayım her zaman ama baban hep beni senden uzak tutmaya çalışıyordu. Sonra Emily’i de kaçırdı benden.” diye anlattı.

    “Yine de beni koruyabilirdin, beni tarikattan ayrı tutabilirdin.” diye bağırdı Henry birden.

    “O kadar kolay değildi, hem melekler ve Aziz Bey seni rahat bırakmıyorlardı. Seni tarikatın içine casus olarak sokmayı en baştan planlamışlardı.” diye karşılık verdi Zeliha Hanım.

    Henry vitrine fotoğrafı tekrar koyarken: “Peki, şimdi neden buradayız? Babamdan intikam almaksa derdin ne diye bekledin bunca sene? Ne oldu da Allah inancını bir çırpıda silip şeytan’ın işlerine bulaştın?” diye sordu ardı ardına.

    Zeliha Hanım derin bir nefes aldıktan sonra: “Her şeyi aslında çözdün değil mi? O zaman neden bu oyunu oynamaya devam ediyoruz, artık sıradaki aşamaya geçmemiz gerekmez mi?” diye belirtti ve iki gözünde kızıl ışıklar belirdi.

    ***

    (Sekiz gün önce)

    Zeliha Hanım banyoda yüzünü yıkarken hala içten içe ağlıyordu. Eline bakarak oğluna attığı tokadı hatırladı ve kendine kızdı.

    “Oğlumu da kızımı da kaybettim ve onları geri kazanamam artık. Eşim benden ikisini aldı.” diye haykırdı.

    “Ondan intikam almayı ister misin?” diye fısıldadı bir ses kulaklarında.

    “Kim dedi onu? Biri mi var odamda? Yoksa deliriyor muyum?” diye konuştu Zeliha Hanım.

    “Belki de deliriyorsundur ya da bu odada gerçekten de göremediğin birileri vardır.” diye yanıt verdi ses.

    “Allah’ım sen aklımı koru.” diye fısıldadı Zeliha Hanım.

    “şu anda yanında değil o, seni duyamaz. Artık inancının değerini bir tartman gerekmiyor mu? O senin yanında hiç olmadı bile, ama sen her gün onunla konuşmaya çalışıyorsun boş yere.”

    “Hayır, sen ne dediğini bilmiyorsun.”

    Zeliha Hanım hızlı adımlarla odasından çıkmak için harekete geçti, ama birden odanın kapısının önünde bir siluet görür gibi oldu. Siluetten hafif kızıl ışıklar yayılıyordu sanki.
    “Sen de kimsin?” diye sordu Zeliha Hanım korkuyla.

    “şu andan itibaren ben sen oluyorum.” diye yanıt verdi karşısındaki görünmez kişi ve ondan yayılan kızıl ışıklar Zeliha Hanım’ın gözlerine doğru saçılmaya başladı. Bir süre sonra Zeliha Hanım’ın gözleri normale dönmüştü, ama artık o bir insan değildi. Zeliha Hanım’ın bedenini kullanmaya başlayan bir iblisti.

    ***

    (şimdi)

    “Senin annem olmadığına dair şüphelerim artıyordu, ama şu ana kadar emin olamamıştım. Peki, kimsin sen?” diye sordu Henry, şaşkınlığını gizleyerek.

    “Baban zamanında benimle iki çift sohbet ettikten sonra içine girdiğim bedenden beni çıkartarak yıllar boyu bu dünyada dolaşmama ve acı çekmeme neden olmuştu. Ama yine de katlandım acılara ve sonunda intikam yeminimi hatırlayarak Bayan Soul’un bedeninin peşine düştüm.”

    “Hala sorumu yanıtlamadın, kimsin sen?”

    “Rosier diye bir zamanlar bir adım vardı, ama artık bana Zeliha Hanım diye seslenilmesi alıştım.” diye yanıt verdi iblis.

    “Annemin bedeninden çıkmanı istiyorum derhal.” diye haykırdı Henry bu sefer.

    “Kusura bakma, içine girdiğim bedenin sahibi öleli çok oldu.” diye karşılık verdi iblis.

    Henry gözyaşlarını tutamıyordu artık: “Ama benim anneme ihtiyacım vardı.”

    “Çzgünüm, sana gerçeği söylemek istemiyordum en azından uzun bir müddet aslında.” diye karşılık verdi iblis.

    Henry birden iblisin üzerine atladı ve sol elini iblisin alnına değdirdi: “Sen benim annemsin. Beni doğru yola yönlendirmek için bana tokat atmaktan çekinmeyen, beni öz oğlun gibi görüp sevip, küçükken bana uyumam için masallar anlatan o kadınsın. Sen benim annemsin, Emily ile beni iki öz kardeş gibi büyüten ve birbirimize hep eşit olarak sevgini dağıtan, eşine karışmayan ama kendi inancına da eşinin karışmasına engel olan bir kadınsın. Sen benim annemsin ve bu gerçeği kimse değiştiremez. Sen benim annemsin ve şimdi beni terk edemezsin. Sana ihtiyacım var, anne.”

    Zeliha Hanım’ın gözlerinden saçılan kızıl ışıklar yavaşça azalmaya başlamıştı ve Henry’e bakarak: “Oğlum, ne oldu bana?” diye sordu.

    Henry, iblis olduğunu bildiği ama hafızasıyla oynayıp onu kendi annesi sanmasına yol açtığı kişiye sarıldı uzun bir süre: “Benim yanımdasın, önemli olan bu. Beni hiç terk etmeyeceğine söz vermiştin, anne. Seni çok seviyorum.”

    “Oğlum benim, tabiî ki de her zaman senin yanında olacağım. Ama en son seni görmeye gelmiştim, sonra Benjamin ile Emily’i görmeye gittim ve ardından evime döndüm. Nedense gerisini hatırlayamıyorum. Burası da neresi?”

    “Bu oteli satın aldım, deniz kıyısında rahat bir yer. Biraz dinleniriz istedim.” diye soruyu geçiştirdi Henry.

    Birden odanın kapısı açıldı ve Damla ortaya çıktı. Ağlamaklı gözleriyle: “Onu öldürdü, onu öldürdü.” diye bağırıyordu.
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's website
    catboy
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Jan 19, 2007
    Posts: 3268
    Location: Izmir

    PostPosted: Sun Jun 28, 2009 11:14 pm Reply with quoteBack to top

    7. Bölüm “Karanlığın Ordusu -I”

    Emily, ocağın üstünden çaydanlığı aldıktan sonra iki bardağa çay koydu, sonra çay bardakları tepsiye koyup mutfaktan çıktı. Gülümsemesini zoraki bırakmayarak misafirine çay ikram etti.

    “Bugünlerde pek fazla misafir ağırlayamıyorum. Bu yüzden kusura bakmayın.” dedi Emily sakince.

    “Merak etmeyin, zaten fazla kalmayacağım.” dedi Emir çay bardağını eline alırken.

    “Uyarmayı unutma, biraz sıcak olabilir.”

    “Yok, pek değil.”

    “Ne için gelmiştiniz, tekrardan öğrenebilir miyim?”

    “Biliyorsunuz, ağabeyinizle beraber bir araştırma yapıyorum. Satanist amaçlar taşıyan bir tarikat ile ilgili bu araştırmam, ağabeyiniz için pek sorun olmasa da sizi bilmem ama babanızın da içinde bulunduğu bir tarikat bu.”

    “Babamla hiç baba-kız gibi olamadık, bu yüzden kötü bir şey planlıyorsa bedelini ödemeli.”

    “Eşim de benim gibi muhabirdi, Konak Meydanı’nda yapılan o gecede meydana gelen kaza neyse ondan eşim de etkilendi. O da oraya haber sunmaya gitmişti. Bölük pörçük bir şeyler hatırlıyor, ama bu onun akıl sağlığını tehlikeye sokuyordu. Ben de onu bir akıl hastanesine götürmek zorunda kaldım, aslında onun demeye çalıştıklarına inansam da onun bu işin peşine bırakmasını sağlamak için ona inanmadığımı söylemek zorundaydım. O gece kimse bir şey hatırlamıyor başlarına gelenler hakkında ve kimse bir soruşturma bile açamıyor konu hakkında, demek ki bunu örtbas edecek kadar kuvvetli olan bir güç olmalı. Ağabeyiniz bana güveniyor, ben de eşimin hastanedeki güvenliğini sağladığı için ona güveniyorum. Ama nedense size pek fazla güvendiğimi söyleyemeyeceğim.”

    “Merak etmeyin, ağabeyimi ölümden kurtardım. Onu tekrar hayata döndürdüm ve ona yeni bir hayat sağladım. Bu malikânede bütün işlerini halletmesini de ben hep ayarladım. Bu yüzden de nasıl ağabeyim Henry’e güveniyorsanız bana da güvenebilirsiniz.”

    Emir ayağa kalktıktan sonra masanın üstündeki bir kitaba bakarak: “Monteigne denemeleri okuyan biri, hem de bir öğretmenin zorlamasıyla değil kendi isteğiyle okuyan biri, kültürlü ve aklı başında biri olmalı. Bu yüzden sözlerinize inanmaktan başka bir şey gelmiyor elimden.” dedi.

    “Dediğim gibi ben de tarikat ile ilgili araştırmanızda size yardımcı olacağım.” diye belirtti Emily.

    Emir’i uğurladıktan sonra elinde sıkıca tuttuğu anahtarı çıkarttı. Bu Emir’in evinin anahtarıydı. Gülümseyerek: “İşte başlıyoruz.” dedi.

    Masasının üstünde birkaç gazete sayfası vardı. Kaplan Ailesinin üyelerinin ardı ardına ölümleriyle ilgili haberler yer alıyordu. Ailenin küçüğü Aslı, bir evsizin saldırmasıyla hayatını kaybetmişti. Evsizin aslında Emre olduğunu Emily biliyordu çünkü Emre’den oraya gidip bir mesaj ulaştırmasını isteyen Henry’di. Biraz kanlı da olsa mesajı ulaştırmayı başarmıştı Emre.

    Kaplan ailesinin reisi Hamdi Bey ise bir trafik kazasında hayatını kaybetmişti, ama gerçekte kaza olmadan zaten kamyonuna aldığı Emre tarafından öldürülmüştü. Zaten kazaya da Hamdi Bey’in ölümüyle kamyonun kontrolden çıkmasıyla meydana gelmişti.

    Hamdi Bey’in eşi Gamze Hanım ise eşinin ölümüne dayanamayıp hastanede kalp krizi geçirip ölmüştü. Büyük kızı Ahu ise Konak Meydan’ında Henry Soul ve ortaklarının düzenlediği gecede herkesin hafızasının silinmesine neden olan bir olayın ardından platformda ölü olarak bulunmuştu, boynu kırık bir şekilde.

    Bu eski haberleri incelerken: “Sanırım bu acılı ailenin başına gelenleri kullanarak kendime işime yarayacak birkaç adam bulabilirim.” diye düşündü Emily ve çekmeceden Anıl Kaplan isimli bir gencin suç kaydının yer aldığı bir dosya çıkarttı.

    “Bu kadar ölüm, suçlayacak birini bulup intikamını alma içgüdüsünü de beraberinde getirir ve bu adamı yanıma alarak Emir denen muhabirden kurtulabilirim. Ama biraz bekleyeyim. Çnce ikizlerin yerini bulalım, ağabeyim ikizleri Emir’in evine götürdüğünde bu Anıl denen adamı harekete geçiririm. Böylece işler bayağı kanlı hale gelecektir, kanın kokusu Emir Bey’in duvarlarından uzun bir süre çıkmayacak anlaşılan.”

    ***

    Emily, çaydanlığı alıp bardaklara çayı koyduktan sonra tepsiyle misafirine çay ikram etti: “Umarım fazla sıcak değildir, bazen uyarmayı unutuyorum da.

    Damla: “Teşekkür ederim.” dedi ve çayından bir yudum aldı.

    “Benden nefret ediyor olmalısın.” dedi Emily birden.

    “Neden senden nefret edeyim ki?”

    “Eşin Emir’in ölümüne ben sebep oldum, katili sizin eve yönlendiren bendim.”

    Damla çayından bir yudum daha aldıktan sonra: “Aslında kocamın ilk öldüğünü anladığımda içimde kızgınlık vardı, neden onu benden aldığı için katile veya neden daha erken gelemediğim için kendime değildi bu kızgınlık. Ona kızgındım, çünkü neden bana inanmadığını, neden beni hastanede ziyaretime gelmediğini, neden beni hastane çıkışı almaya gelmediğini öğrenmek istiyordum. Bunların hiç birinin önemi yoktu, ama yine de kızgınlığımı içime atmak zorunda kalmıştım.” diye anlattı.

    “Çfkeni kusmak istiyorsan sana hak veririm, gerçekten de.”

    “Sana daha ne diye hitap etmem gerektiğini de bilmiyorum. İlk karşılaştığımızda Gökçe Dallas diye tanıtmıştın kendini, şimdi ise ne diyorsun kendine?”

    “O zaman resmi olarak bir kere daha tanışalım. Ben Emily Soul, Benjamin ve Zeliha Soul çiftinin öz kızı, Henry Soul’un da üvey kız kardeşiyim.”

    “Bir şeyi daha eklemeyi unuttun galiba.” diye belirtti Damla imalı bir bakış atarak.

    “Bunu iğrenç, küçük düşürücü görüyor olabilirsin, ama evet, Emre ile aramızda bir şeyler oluyor ve ben bunu durduramıyorum.”

    “Onun ne olduğunu biliyorsun değil mi? Seni istemeye geldiğinde anası, babası olarak yanında kimleri getirecek? şeytan’ın bir tek bu iş için tahtını terk edip dünyaya ayak basacağını sanmıyorum.”

    “Emre özünü inkâr etmiyor en azından Serdar gibi.” diyerek karşılık verdi Emily.

    “şimdi nerede o peki?”

    “Telefon konuşması yapıyor olmalı, bizimle işbirliği yaparak doğru kararı verdin.”

    “Bana Egemen ile düzgün bir biçimde anlaşma yoluna gideceğinize dair söz verdiğiniz için böyle bir işe kalkıştım, sakın benimle oyun oynamaya kalkmayın.”

    “Merak etme, Emre kötü amaçları olan biri gibi görünebilir sana ama sözünün eridir.”

    ***

    (İki gün önce)

    Emily gözlerini açtığında kendini bir odada buldu, oysa en son hatırladığı bir uçurumdan aşağıya yuvarlandığıydı. Odada biri olduğunu fark etmesiyle yattığı yataktan doğruldu ve annesi Zeliha Hanım ile göz göze geldi.

    “Sonunda uyanabildin. O kadar çok endişelendim ki, kızım.” dedi gülümseyerek Zeliha Hanım ve sarılmak için Emily’e yaklaştı. Ama Emily eliyle onu durdurarak: “Hayır, dur. Annemle son görüşmemizden pek geçmedi ve onu çok iyi tanırım. Sen benim annem olamazsın. Henry’i ve diğerlerini kandırmış olabilirsin belki, ama beni kandıramazsın.” dedi.

    “Hala şoktasın, bu yüzden en iyisi seni bir süre yalnız bırakayım.” dedi Zeliha Hanım soğuk bir sesle ve odadan çıktı.

    Emily gözlerini kapayarak uyumaya çalıştı bir süre ve sonunda tam uyumayı başarmıştı ki odasının kapısı yeniden açıldı. Bunun bir rüya olması gerektiğini düşünüyordu ki karşısındaki: “Çabuk seni buradan götürmeye geldim.” dedi.

    Gelen Emre’ydi. Emily, şaşkın gözlerle: “Benden ne istiyorsun?” diye bağırdı.

    “Biliyorum, son karşılaşmamızda senin ile ilgili bir takım acımasız sonlarla bezenmiş hayaller kurduğum doğru ama artık her şey değişti. Seni buradan çıkartmamı babam istedi, artık onun adına çalışıyorum ve o seni yanında istiyor.”

    “Sana nasıl inanmamı bekliyorsun?”

    “Sadece bana güven, sana söz veriyorum buradan daha güvende olacaksın yanımda.” dedi Emre ve elini uzattı Emily’e.

    Emre’nin gözlerine baktı bir süre Emily ve o gözlerde güven aradı bir müddet. Tam olarak ne araması gerektiğini bilmiyordu, bir parıltı belki.

    “Hadi ama daha fazla bekleyemeyiz. Buradan gitmemiz lazım.” diye bastırdı Emre.

    “Tamam, sana güvenmekten başka çarem yok.” dedi Emily ve Emre’nin elini tuttu. Birden garip bir sıcaklık hissetti, sanki insanın içine güven veren bir duyguymuş gibi.

    Otelin çıkışına kadar onu takip etti, yola vardıklarında Emre: “şimdi biraz yürümemiz gerekecek.” diye belirtti.

    “Ne de centilmenmişsin.” dedi alayla Emily ve yoldan geçen bir taksiyi durdurdu. İkisi birlikte uzaklaşırken otelinin odasının camından olanları izliyordu Zeliha Hanım. Sinsi bir şekilde gülümsüyordu: “Kızın gitmesi iyi oldu, yoksa az daha planlarım bozulacaktı. Henry’e her an gerçeği anlatabilirdi.”

    Emily ve Emre, Benjamin’in saklandığı eski tesise vardığında Emily bir süre burada geçirdiği günleri düşündü, sonra babasının yanına gitti.

    Babası Benjamin Soul, tekerlekli sandalyesinde uyukluyordu. Emily onun alnından öptükten sonra: “Yaptıklarına rağmen onu hala sevdiğime inanamıyorum. şu anda o kadar çaresiz durumdaki, onu bu halde bırakamam. Babamın sağlığına yeniden kavuşması için her şeyi yapacağım.” diye söyledi Emre’ye.

    Emre bir şey demeden baba-kızın ilişkisini gözlemliyordu sadece. Babası olarak bildiği Kerem Bey ile olan ilişkisini hatırladı, onunla da Emily ile Benjamin’in ilişkisine benzerdi aralarındaki ilişki. Pek baba-oğul vakit geçirmezlerdi. Yine de Kerem Bey her zaman Emre’ye bir derdi olup olmadığını sorardı. Onun öldüğünü öğrendiğinde pek üzülmemişti, çünkü gerçek babası değildi ve yanında emanet olarak büyüdüğü bir kişiydi o sadece. Yine de Kerem Bey’e haksızlık ettiğini düşünüyordu, bir gün onun mezarını ziyarete giderek karşılığını vermeyi aklının bir köşesine yazdı.

    Emily, Emre’nin elini tutu birden. Bir bayanın sıcaklığını hiç bu kadar yakından hissetmemişti Emre. Emily gülümseyerek: “Teşekkürler, sen sözünü tuttum. Artık burada güvendeyim.” dedi.

    Emre bir şey diyemedi, kalbinin çok hızlı çarptığını hissetti. Emily daha fazla beklemeden Emre’nin dudağına ufak bir öpücük kondurdu: “Belki de birbirimize destek olmalıyız, ne dersin?”

    Emre hala ne diyeceğini bilemiyordu. Gülümsemekle yetindi. Emily: “Ben hangi odada kalacağım?” diye sordu.

    “Yandaki odada kalabilirsin.” diye yanıt verdi Emre.

    “Bana göstermeyi düşünmüyor musun? Kaybolmak istemem de.” dedi göz kırparak Emily.
    Emre ile Emily odadan çıktıktan sonta Benjamin bir anlık gözlerini açtı ve etrafına göz gezdirdi. Sonra tekrardan gözlerini kapayarak, uykusuna devam etti.

    ***

    (şimdi)

    Egemen motosikletinden indikten sonra eski binaya göz attı. Tesisin duvarları pislenmişti, giriş kapısı da açık bırakılmıştı. Yine de hemen içeri dalmanın pek mantıklı olmayacağını düşünen Egemen: “Evet, buradayım. Çık ortaya.” diye bağırdı.

    Emre, binadan dışarı çıktıktan sonra: “Bu kadar sert konuşmanın bir anlamı yok, değil mi?” diye konuştu.

    “Damla nerede? O iyi mi? Ne yaptın ona?”

    “Merak etme, iyi o. En başından beri iyiydi zaten. Buraya seni çağırmak için böyle bir oyun oynamak zorunda kaldık. Hatta bunu öneren de kendisiydi.”

    “Nerede o peki?”

    Damla, Emre’nin arkasından ortaya çıktı: “Buradayım.”

    “Burada ne işin var? Ne diye onlarla birlik oluyorsun?” diye sordu Egemen sesini yükseltmemeye dikkat etmeye çalışarak.

    “Çünkü onların sözüne daha çok güveniyorum. Onlar Emir’i geri getirebilirler. Emre, Serdar’dan daha hâkim güçlerine.” diye açıkladı Damla.

    “Peki, neden bana taraf değiştirdiğini sakladın? Diğerleri gibi bana da mı güvenmiyorsun? Ben senin öz kardeşinim.”

    “Bu farklı taraflardaki kardeşler hikâyemizin vazgeçilmezlerinden biri oldu anlaşılan.” diye yorumda bulundu birden Emre.

    “Sana da anlatmak istedim, ama Zeliha Hanım ile diğerlerinin şüphelenmesini istemiyordum.” diye anlattı Damla.

    “Hayır, bu sefer doğru olanı yapacağım. Senin için de kendim için de en doğru olan bu olaylardan mümkün olduğumuz kadar uzaklaşmak, bu yüzden hadi gücünü kullan da uzaklara gidelim buradan, kimsenin bizi bulamayacağı yerlere kaçalım.”

    “Çzgünüm, ama hiçbir yere gitmiyorsunuz. Seni buraya özellikle getirdim, çünkü önyargılarını değiştirmeni istiyorum.” diye belirtti Emre.

    “İnsan olarak doğdum ve öyle öleceğim. Asla sizin gibi bir ucubeye dönüşmeyeceğim.” diye bağırdı Egemen.

    “Benim için de mi öyle düşünüyorsun, Egemen?” diye sordu Damla şaşkınlıkla.

    “Bu yeteneği aldığın günden beri seni kendi kardeşim olarak göremiyordum bile, sanki daha farklı biri olmuştun artık.” diye karşılık verdi Egemen.

    “Bu kadarı yeter, bazen çok konuşmaktan ziyade hemen harekete geçmek gerekir.” dedi Emre’nin arkasından elinde tabancasıyla ortaya çıkan Emily.

    Damla, Emily’e dönerek: “Ne yapıyorsun? Bırak o silahı. Ailemden birine daha zarar vermene izin vermeyeceğim.” diye uyardı.

    Emily, Emre’ye döndüğünde Emre olumlu anlamda başını salladı. Egemen: “Beni öldürmenize razıyım, yeter ki onurumla öleyim.” diye bağırdı.

    Emily: “Sen nasıl istersen, öyle olsun.” dedi ve silahını ateşledi. Damla hemen gücünü kullanarak Egemen’in konumunu değiştirmek istese de geç kalmıştı, kurşun Egemen’in kalbine saplanmıştı.

    Damla, Egemen’in yanına ışınlanmıştı. Egemen, Damla’nın elini tutarak: “Kaç kardeşim, gücünü kullanarak kaç. Seni yakalamalarına izin verme.” diye uyardı.

    Emre, yanlarına doğru ilerlerken Damla: “Sen benim ailemden kalan tek kişiydin ve seni de kaybedemem.” diye bağırdı. Ama geç kalmıştı, Egemen çoktan ölmüştü.

    Damla, Emily’e nefret dolu bakışlar atarak: “Bunun bedelini ödemeye bir gün geleceğim.” dedi ve gücünü kullanarak ışınlandı.

    Emre, Egemen’in bedeninin başında bir süre bekledi ve bir süre sonra Egemen tekrar nefes almaya başladı. Emily’e dönerek: “Tahmin ettiğim gibi, ruhu kilitlenmiş. Zeliha Hanım’ın aslında artık kendisi olmadığını anlattığında onun bir iblis olabileceğini düşünmüştüm ve iblislerin güçleri gerçekten de çok ilginçtir. Benden veya Serdar’dan alınan bir kanla bile böyle bir güç edinemezsin, şeytani bir yetenektir o. Yani bizi bile aşan bir güçten bahsediyoruz, böyle bir yeteneği olan iblisin de şeytan’ın favorilerinden biri olduğunu sanırım söylememe gerek yok. Ancak şeytan ile çok yakın olan iblisler bu kadar güçlü olabilirler.” diye anlattı.

    “şimdi ona ne yapacaksın?” diye sordu Emily.

    “Dediğim gibi önyargılarını kıracağım, atom bombası gerekse bile birazdan Einstein’ın bir teorisini çürüteceğim bekle de gör.”

    ***

    (Bir saat sonra)

    Egemen gözlerini açtığında sert bir sandalyede oturduğunu anladı ilk başta. Her tarafı tutulmuştu, ama hareket etmeye çalıştığında bunu yapamadı. Etrafına göz gezdirdiğinde iki koluna da bir iğne batırıldığını fark etti, iğneler sandalyenin tepesindeki iki için kan dolu serum şişesine bağlıydı.

    “Nasıl keyfin yerinde mi?” diye sordu Emre. Egemen yanıt veremeyecek haldeydi.

    “Kendini zorlama, rahatına bak.” diye belirtti Emre.

    “Benjamin Soul’dan bahsetmişlerdir sana, aç gözlülük yapıp kandan bolca kullanmış ve sonunda bir sürü yan etkiyle boğuşmak zorunda kalmış. Emily de kanımdan aldığı birkaç örneği inceleyip yan etkilere neden olan maddeleri ayırarak daha düzgün bir hale getiriverdi. Düşümdüm de büyük plana göre benim karanlığın ordusu diye bahsedilen insanlara lider olmam, onları şeytan’ın öğretilerine göre yönlendirmem gerekiyor, ama fark ettiğin gibi siz insanlar bu hallerinizle pek bir ordu oluşturamazsınız. Ama sizlerden benden bir parça alırsınız ordu demekle onur duyacağım bir hale gelebilirsiniz ve ben de sizi liderlik yapmaya değecek varlıklar olarak görmeye başlarım.” diye anlattı Emre ve odadan çıktı.
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's website
    catboy
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Jan 19, 2007
    Posts: 3268
    Location: Izmir

    PostPosted: Wed Jul 01, 2009 11:57 pm Reply with quoteBack to top

    8. Bölüm “Karanlığın Ordusu –II”

    Damla kendini garip bir odada bulmuştu. Oda tersyüz bir vaziyetteydi. Tavanda, avizenin yanında duruyordu. Kendisi gibi düz olan sadece kapıydı. Kapıyı açtığında karşısında Emre’yi gördü:

    “şu anda rüya görüyorum değil mi?” diye sordu Damla.

    “Rüya görüyordun, ama ben rüyanın bir parçası değilim. İnsanlar uyurken zihinsel yönden daha zayıf oluyorlar, bu da insanların rüyalarına misafir olabilme imkânı tanıyor bana.” diye açıkladı Emre.

    “Peki, benden ne istiyorsun?” diye sordu Damla bu sefer.

    “Sadece biraz akıllı davranmanı istiyorum, bir bak Serdar’a. Gerçekten de bu kadar beklemene değecek mi? Onun eşinin yaşadığı zamana dönmesini umut edeceğine sana daha iyi bir teklifim var. Benim potansiyelimi gördün, en azından zihninde saklanan melek bedenini kontrol etmeye başlayana kadar bir müddet kader yoldaşlığı yapmıştın bana.”
    “Benden hala ne istediğini anlayamadım.”

    “Bir bilgi paylaşımında bulanacaksın sadece.”

    “Ne öğrenmek istiyorsun?”

    “Bay Soul, kızı Emily’i annesinin yanında güvende olamayacağı düşüncesiyle bulunduğu yerden kurtarmamı rica etti, ama Zeliha Hanım kendine üs olarak nereyi seçti öğrenemedim. Ben de bu bilgiyi belki senden öğrenebilirim diye düşündüm.”

    “Sadece sana Emily’nin tutulduğu yerin adresini mi vereceğim?”

    “Tabiî ki o kadar değil, bir de Zeliha Hanım’ın ne kadar konuya hâkim olduğu hakkında fikir sahibi olmamız için elindeki tüm dosyaları bize teslim etmen gerekiyor. Sadece bu kadar, başka bir şey istemiyorum. Ben de sözümü tutacağım ve zamanda geri dönmeyi yapabildiğim zaman, eşinin yaşadığı dönemden başlayacağım işe.”

    Damla bir süre ne diyeceğini bilemedi. İçine giren melek onu terk ettiğinden beri hayatına nasıl devam edeceğini bilemezken Zeliha Hanım ona yeni bir amaç vermişti. Her şeyi yapabilirdi, sadece tekrar eşiyle yaşadığı mutlu günlere geri dönmek istiyordu.

    “Zeliha Hanım, Çeşme yakınlarında bir otel satın aldı. Kendisi tüm elindeki dosyaları otelin gizli bir odasında tutuyor. Oraya sadece beş kişi girebiliyor, ben de bu grubun içindeyim. O odada bulunan işine yarar tüm dosyaları sana getireceğim.”

    “Peki, kızı Emily’i de o otelde mi tutuyor?”

    “Evet, yalnız güvenlik şirketinden adamlar kiraladı. Hem otelin çevresinde hem de içinde silahlı adamlar dolaşıyor her zaman.”

    “Onlar benim için sorun değil.” dedi sinsi bir gülümsemeyle Emre.

    “Başka bir şey de bilmiyorum. Eğer Serdar’ın yerini öğrenmek istiyorsan Henry Soul’a sorman gerekecek.”

    “Yok, ikizim ile bir süre görüşmesem daha iyi olacak. Çldüğünü düşünüp onun için bir mezar yaptıktan sonra hala yaşadığı bilgisini sindirmem gerekiyor da. Zamanı gelince yine karşılaşacağız ve sanıyorum bu sefer ikimizden biri çok önceden yapması gerekeni yapacak.”

    ***

    “Demek bu sayede Emre seninle görüştü. Böylece kimse senden uzun bir müddet şüphelenmemişti.” diye belirtti Henry Soul, Damla’nın anlattıklarını dinledikten sonra.
    “Her şey benim yüzümden oldu, şimdi kardeşimi de kaybettim eşimi kaybettiğim gibi. Artık tamamen yalnız kaldım bu hayatta. Tutunacak kimsem kalmadı.” dedi ağlamamak için kendini zorlayan Damla.

    “Belki Zeliha Hanım kardeşimi geri getirebilir.” dedi birden Damla sonra.

    “Annem artık tüm işleri bana devretti, kendisi odasına dinlenmeye gitti.” dedi Henry, annesinin bedenini ele geçiren iblis ile yaşadığı tatsız olayları anlatmak istemiyordu. Annesinin aslında çoktan öldüğünü yeni öğrenen Henry, zor bir karar alarak durumu kontrol altında tutmak için iblisin hafızasıyla oynamış ve artık iblis, içinde bulunduğu bedenin sahibi Zeliha Hanım sanmaya başlamıştı.

    “O zaman senin bir önerin var mı?”

    “Çnce Serdar’a ulaşmamız gerekiyor. En son bir melek ile bir takım sorunları vardı. Umarım hem Mictian hem de Serdar zarar görmemişlerdir, çünkü ikisine birden ihtiyacım olacak.”
    “Ne yapacaksın?”

    “Uzun zamandır yapmamız gerekeni, Emre’nin kendine üs olarak kullandığı tesisi yer bir edeceğiz tabi Emre hala tesisin içindeyken.”

    Serdar, birden ortaya çıktığında Henry, onun yüz ifadesinden kötü bir şeyler olduğunu anlamıştı: “Yoksa Mictian başaramadı mı?”

    “Melek ile savaşmak zorunda kaldım. Ona zarar vermeyi gerçekten istemiyordum, ama Mictian’ı elindeki bıçakla yok etti. Ben de onun bıçağını elime geçirdim ve ona defalarca sapladım.” diye anlattı Serdar. Yaptıklarından vicdan azabı duyduğu gözlerinden belli oluyordu.

    “O seni öldürmeyi kafasına takmıştı, ikinizden biri tamamen yok olmadan bitmezdi kavganız. Bazen durumu kontrol altında tutmak için zor kararlar vermemiz gerekebiliyor. Hayatım boyunca hep zor kararlar vermek zorunda kaldığım dönüm noktaları oldu. Seni anlıyorum, ama bil ki sen doğru olanı yaptın.” diye moral verdi Henry.

    “şimdi ne yapacağız? Mictian da öldü, hala kendimi eksik hissediyorum. Sanıyorum hiçbir zaman yeteneklerimin tamamını öğrenemeyeceğim, Mictian sayesinde bir şeyler kapmaya başlamıştım ama artık o da gitti.”

    “Bence yanılıyorsun. Mictian’ı hatırla, o senin otuz yıl sonraki halin. O neredeyse yeteneklerini tamamına hâkim durumda, yani sen de bir gün onun gibi olabileceksin.” dedi Henry, Serdar’ın omzuna samimi bir şekilde dokunarak.

    “Serdar ortaya çıkmadan önce bana bir şeyler diyordun, hala kararlı mısın bu konuda?” diye araya girdi Damla.

    “Ne yapmayı planlıyorsun, Henry?” diye sordu Serdar.

    “Daha fazla beklemek istemiyorum artık, Emre’yi ve babamı durdurmak için harekete geçmeliyiz. Saklandıkları yere gidelim ve savaşalım onlarla.”

    “Emre geldiğimizi hissedecektir, bizi bekliyor olacaktır.” diye uyardı Serdar.

    “Ben de geleceğim.” dedi Zeliha Hanım yanlarına gelirken.

    “Anne, senin odanda uyuyor olman gerekirdi.” diye belirtti Henry.

    “Hayır, eşimin yaptıklarını bildiğim halde suskun kaldığım için ben de onun günahlarına ortak oluyordum hep, ne kadar dini vazifelerimi yerine getirsem de suskunluğum için çekeceğim cezalara karşılık gelemez hiç biri. En azından bu sefer eşimi durdurmak için elime fırsat geçmişken geride durmak istemiyorum.” diye karşı çıktı Zeliha Hanım oğluna.
    Serdar ve Damla, Bayan Soul’a hak vermişlerdi. Ama Henry aslında bu sözleri kendini Zeliha Hanım sanan iblisin söylediğinin bilincindeydi, şimdi annesi gerçekten de böyle bir durumda olsa bu kadar cesurca bu sözleri söyleyebilir miydi emin olamıyordu. Yine de daha fazla karşı çıkmadan onun da gelmesini kabul etti Henry.

    ***

    “İkizimi hissediyorum, çok yakında buraya benimle hesaplaşmaya gelecek hem de yalnız değil.” dedi Emre, Emily’e. Egemen bir koltuğa bağlı baygın bir halde duruyordu, iki koluna da kan dolu serumlar takılıydı hala.

    “Sen de yalnız değilsin.” dedi Emily gülümseyerek Emre’ye, o sırada azalmaya başlayan seruma kan takviyesi yapıyordu.

    “Sence bu kadar yeterli değil mi? Daha fazlasını kaldıramayabilir, hem nasıl bir yetenek geliştirecek onu da bilmiyoruz.” diye belirtti Emily.

    “İki dakika sonra iki serumu da çıkartırsın, onlar gelene kadar ayılacaktır diye tahmin ediyorum.” dedi Emre.

    “Pekâlâ.” dedi sadece Emily.

    “Yakında karanlığın ordusu arkamda, bir komutan edasıyla yeniden boyut kapısının karşısında dikileceğim. Geçen sefer ona layık bir ordu daha hazır olmadığı için ortaya çıkmayı reddetmişti. Ama bu sefer onun arzusunu yerine getireceğim, sen de benim kraliçem olacaksın ve birlikte tüm insanlığı kölemiz haline getireceğiz.” diye anlattı Emre kendinden emin bir şekilde.
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's website
    catboy
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Jan 19, 2007
    Posts: 3268
    Location: Izmir

    PostPosted: Sat Jul 04, 2009 1:02 am Reply with quoteBack to top

    9. Bölüm “Karanlığın Ordusu –III”

    Serdar, Henry, Damla ve Zeliha Hanım, tarikatın eski tesislerden birinin önünde bekliyorlardı. Artık Emre burayı üs olarak kullanmaktaydı. Tesis İzmir’in yüksek bir noktasına inşa edilmişti. Tepeden manzara muhteşemdi. Hemen altlarında Balçova ilçesi ve karşılarında da pırıltılı bir körfezin ardından Karşıyaka ilçesini görmek mümkündü, tabii hava sisliyse Karşıyaka’yı görmek pek mümkün olmuyordu.

    Uzun bir süre sabırla beklediler. Sonunda Emre tesisten çıktığında Serdar, kötü ikizini uzun bir zaman görmediğini hatırladı. Yaklaşık bir hafta da olsa görüşmeyeli, altı ay beraber oradan oraya dolaştıktan sonra bir hafta uzun bir zaman dilimi gibi geliyordu. Emre’yi ilk gördüğü zamanlardan daha farklı bir şekilde göreceğine hazırlıklıydı zaten. Artık eskisi gibi kel değildi, belirgin bir biçimde saçları ortaya çıkmıştı. Gözlerindeki sinsi bakışı aynen koruyordu, ama artık daha karizmatik ve kendinden emin bir duruş sergiliyordu.

    “Sonunda gelmeye karar verdin.” dedi Emre, Serdar’a bakarak. Diğerleriyle pek ilgilenmiyor gibiydi.

    “En son seni gördüğümde uçurumdan Emily ile düşerken arkamdan sesleniyordun, beni kaybettiğin için gerçekten de üzülmüş gibiydin. Bir ara iyi biri olmaya karar verdin sanıyordum, Aziz Bey’i bile inandırdın. şimdi sana inandığın için belki de Ashriel gibi diğer melekler tarafından aranıyor. Sana inanmak isteyen herkese böyle mi teşekkür ediyorsun?”

    “Ben de senin gibi olmak istedim, çalıştım da. Gerçekten de bir zamanlar o çizgi romanları okurken keyif alıyordum ve iyi olmak için çaba da sarf ettim. Ama sen de onu görseydin, ona baksaydın, ne yapman gerektiğine kesin olarak karar vermiş olurdun. Artık her şeyin farkındayım, o benim bu işi başaracağıma inanıyor, senin de bozulmuş olduğunun farkında.”

    “İsmini bile anmaktan çekindiğin o, şeytan mı? Sana ne dedi, ne yapmanı istedi, karşılığında sana ne verecek?”

    “Her zaman hayalimde olana sonunda kavuşabileceğimi anlattı, beni yanından bir daha ayırmayacakmış, bir baba gibi sevgisini eksik etmeyecekmiş. Tek istediği hükmedeceği bu evren için bir ordu kurmam ve ne Tanrı’nın ne de küstah meleklerin onu rahatsız etmemesini sağlamak, sadece bu.”

    “Seni kullanıyor, ben beni gerçekten de seven bir ailenin yanında büyüdüm ama sen aile sevgisinin ne olduğunu anlayamadan büyüdün. Senin bu içinde ukde kalan isteğini kullanıyor ve seni kuklası gibi öne sürüyor kendisi orada uyuklarken.”

    “Sen onun nasıl acı çektiğinin farkında değil misin? O da dışlandı, haksızlığa uğradı, sadece hak ettiğini istiyor.”

    “Tanrı’nın yerine geçmeye kalktı, herkes yaptıklarının bedelini ödemeli.”

    Emre, bu sefer Serdar’ın yanında bekleyen diğer kişilere döndü. Sanki daha fazla tartışmaya girmek istemiyor ve hevesle sıradaki aşamaya geçmek için bekliyor gibiydi.

    “Kardeşinin cesedini mi almaya geldin yoksa?” diye sordu Emre, Damla’ya. Damla öfkelenerek ileriye adım atıyordu ki Henry onu durdurdu: “Sakinleş, seni kızdırmaya çalışıyor. Ona istediğini sakın verme! Bırak, sıranı bekle. Serdar halledecektir.”

    “Boşuna öfkelenme, kardeşin hala yaşıyor.” dedi bu sefer Emre.

    “Sana inanmıyorum, yalancı! Gözlerimin önünde Emily onu vurdu.” diye bağırdı Damla.

    “Bu sadece bir bakış açısı, her zaman gözlerimizin önünde olan bir olayın arka planını bilmeden yorumlamaya kalkmamız bir sürü yanlış tahmine sebebiyet verir.” dedi Emre.
    “Ne demek istiyorsun?”

    “Serdar, kendini iyilik yolunda büyük bir adım attığını sandığına göre bu soruyu sormam ne derece doğru emin bile değilim. Zamanda geriye dönüp olayları düzeltmek gibi bir düşüncen var ve sana yardım eden kişi de pekiyi amaçları olan bir varlık değil, bu biraz iyi adam imajını lekelemez mi?” diye sordu Emre, Serdar’a dönerek.

    “Açık konuşmayı denesen diyorum.” diye bastırdı Damla.

    “Sanırım sadece bizi oyalıyor.” diye araya girdi Henry. Emre, Zeliha Hanım’a bakarken: “Annenle aran nasıl, Henry? Bebek yağını hala uyumadan önce sürüyor mu sırtına, belki kızıl gözleriyle sana rahat bir uyku uyuman için masal anlatıyordur.” dedi.

    “Kes artık.” diye uyardı Henry. Diğerleri Emre’nin nereye varmaya çalıştığını anlayamasa da, Henry olayın gayet farkındaydı. Bir iblisin aralarında olduğu gerçeğini durumdan keyif aldığı için söylemeye daha bir süre gerek duymayan Emre, Henry’i bu sırrı konusunda sıkıştırmaya çalıştı: “Gerçekten de insan hafızası çok acayip, ama asıl benim merak ettiğim insanlardan daha geniş çaplı bir zaman dilimine yayılmış bir hayat süren varlıkların hafızaları. Hiç düşündün mü Henry, bir melek veya belki de bir iblisin hafızasını değiştirip kendini bir ülkenin başkanı sanması gibi fantezilerin oldu mu?”

    “Ne yapmaya çalıştığını anlayamıyorum, Emre. İnsanların dertlerini alay konusu etmek hoşuna mı gidiyor?” diye sordu Serdar tiksinir gibi bir bakış atarak.

    “Tamam, daha fazla uzatmayacağım. En başından beri amacım bir orduya liderlik edebilecek konuma gelebilmemdi, şu anda bir ordum yok ama bir askerim mevcut en azından.” dedi Emre ve arkasından gelen kişiyi gösterdi.

    Çstü tamamen çıplaktı, altında ise askeri üniformaya ait bir pantolon vardı. Yarı çıplak kişinin bilekleri ve boğazında metalden tasmalar takılıydı, kafası Emre’nin birkaç ay öncesi halindeki gibi kel bırakılmıştı. Yeni tıraş edildiği belli oluyordu. Yavaşça eğilmiş başını kaldırdığında bu kişinin Egemen olduğu ortaya çıktı.

    “Bu nasıl olur?” diye sordu dehşetle Damla, kardeşinin değişmiş haline anlam verememişti.
    “O artık benim karanlık orduma dâhil olan ilk askerim, önyargılarını kırmak için birkaç serum kanımdan harcamama değdi. Artık tamamen özgür ve önyargılarından uzak bir zihne sahip, tek amacı da ne kadar özgür biri olduğunu herkese gösterebilmek diyebilirim.” diye anlattı Emre, arkasında hazır bir vaziyette bekleyen Egemen ile ilgili.

    “Onun beynini mi yıkadın?” diye sordu Serdar. Damla ise daha fazla dayanamayarak yere yığılıyordu ki Henry son anda onu tuttu.

    “Hayır, doğruya ulaşması için tüm baskılardan ve yalanlardan uzaklaştırdım zihnini.” diye karşılık verdi Emre.

    Serdar, öfkesini daha fazla tutamayacağını anladığında Henry’e döndü. Henry zamanın geldiğini anladığında Damla’ya: “Çabuk ol, kendine gelmen gerekiyor. Annemi de al ikinizi birden güvenli bir yere ışınla.” diye uyardı.

    Damla, Zeliha Hanım’ı omzundan tuttuktan sonra ışınlanmıştı. İkisinin nereye gittiği hakkında hiçbir fikri olmayan Henry, güvenli bir yerde olmaları için dua etmekten başka çaresi olmadığının bilincindeydi.

    Serdar, hızla Emre’ye doğru koşturmaya başladı: “Artık seni öldüreceğim.”

    Tam Emre’ye vurmak için yumruğunu kaldırıyordu ki göğsüne yediği bir yıldırımla Henry’nin yanına savruldu. Egemen’in bedeninde dolaşan elektrikten yıldırıma onun sebep olduğu anlaşılıyordu. Henry, Serdar’a kalkması için yardım ederken, Emre, Egemen’e: “Yok et onları.” diye emretti ve tesisin içine girdi.

    Serdar, Henry’e baktı: “Benimle misin?”

    “Ççüncü kez ölmek istemiyorum aslında.” dedi hafif alaycı bir bakışla Henry.

    O sırada gökyüzü kara bulutlarla kaplanmaktaydı, sert esmeye başlayan rüzgâr da Serdar ve Henry’nin ayakta durmasını zorlaştırıyordu. Egemen yavaşça ilerlemesini sürdürüyordu, iki elinde de yıldırımdan kılıçlar oluşturmaktaydı.

    “Sanırım bu sefer formülü tutturmuşlar.” diye yorumda bulundu Henry.

    Egemen kılıç şeklindeki yıldırımları elinde oluşturduktan sonra Henry ve Serdar’a fırlattı. Serdar yoğunlaşırken Mictian’ın sözlerini hatırladı: “Aslında olmadığını düşün, böylece gerçekten de olmadığını göreceksin.”

    Henry: “Sence kaçmamız gerekmez mi?” diye sordu Serdar’a korkuyla, yıldırım aslan kükremesini andıran bir sesle üzerlerine gelmekteydi. Henry gözlerini kapamıştı yıldırımın onlara çarpmasına saniyeler kala, ama bir şey olmamıştı.

    Egemen, ilerlemeye başlamıştı ki hareket edemediğini fark etti. Serdar: “Kıpırdayamıyorsun, değil mi?” dedi alay edercesine.

    Henry kendine gelerek, kıpırdayamayan Egemen’e yaklaştı: “Geçmişini hatırla, her zaman onurlu bir şekilde ölmek isterdin. Asker çocuğu olduğunu her seferinde kendine hatırlatırdın. Bu kanı kullanarak yetenek kazandığı için kız kardeşini neredeyse hiç affetmeyecektin. Bunları hatırladın mı?”

    Henry, Egemen’in zihnine yoğunlaşarak hafızasını geri kazandırmaya çalışırken Egemen’in de etrafında daha fazla elektrik birikiyordu. Serdar: “Dikkat et!” diye uyardı.

    Henry: “şu anda nerede olmak isterdin, Egemen?” diye sordu.

    Egemen konuşamıyordu, Emre bir şekilde onun konuşmasını engellemiş olmalıydı. Ama Henry, onun zihnine girerek konuşmaya çalıştı. Sonunda Egemen’in zihnine girebilmeyi başardığında kendini bir cenazede buldu.

    Egemen, Henry’nin yanındaydı, asker kıyafeti giyiyor ve elinde bir madalyon tutuyordu sımsıkı. Cenaze töreni yapılan kişinin eski bir asker olduğunu anladı Henry. Emre’ye dönerek: “Bu babanın cenazesi mi?” diye sordu.

    Egemen bir şey demeden ileriyi gösterdi. Küçük bir çocuk, yanında kız kardeşiyle ölen babalarının başında ağlıyorlar ve dua okuyorlardı.

    “Bu çocuklardan biri sen misin? Diğeri de Damla mı?”

    Küçük çocuğun da elinde aynı madalyondan vardı. Henry: “Babanın sana bıraktığı yegâne şey onuruydu, onu lekelediğini ve ihanet ettiğini düşünüyorsun ama ona söz verdiğin gibi madalyonu hala saklıyorsun. Baban seninle gurur duymaya devam ediyordur şu anda bulunduğu yerden, buna eminim.” diye belirtti içtenlikle.

    Egemen’in zihninden çıktığında havanın normale döndüğünü fark etti. Rüzgâr da eskisi gibi sert değil, daha hafif esiyordu. Egemen, cebinden çıkarttığı madalyonu Henry’e verdi. Henry: “Sana söz veriyorum, bunu kız kardeşine ulaştıracağım.” dedi başını olumlu manada sallayarak.

    Henry yavaşça geri çekilirken Egemen de yüzünü gökyüzüne çevirmişti. Birden bir yıldırım Egemen’in üzerine düştü, Henry ve Serdar geriye doğru savruldular. Ayağa kalktıklarında Egemen’den eser kalmamıştı.

    Serdar: “Egemen dönüştüğün şeyden içten içe nefret ediyordu, ama Emre onun zihnini bulandırmıştı, konuşma yetisini bile elinden almıştı. Bu kadar zalimlik yapabildiğine hala inanamıyorum.” dedi, ikizinden gitgide nefret ettiğini hissediyordu.

    “Merhaba.” dedi birden bir ses. Tesisin girişinde onları bekleyen biri vardı. Serdar şaşkınlıkla bir süre bakakaldı. Sevgi’ydi karşısındaki. Sonra: “Ashriel sen misin?” diye sordu. Çünkü Ashriel’in artık Sevgi olarak görünebileceğini hatırladı, Aziz Bey gibi bazı melekler insan bedeni olmadan da insanların arasında dolaşabiliyordu, ama o zaman kimse onları göremiyordu yani ruh gibi oluyorlardı. Sadece Serdar onları görebiliyordu bu halde, tabii artık Emre’de bu yeteneğini geliştirmişti ama Serdar kadar bu gücüne hâkim değildi, zaten o kadar bu yeteneği gerekli görmüyordu.

    Henry: “İnanmıyorum, gerçekten de burada mı?” diye sorduğunda Serdar: “Sen de onu görebiliyor musun?” diye şaşkınlıkla belirtti.

    “Aziz Bey yıllar önce bedenini kullandığı insanlardan birinin bedeniyle geçen gün karşıma çıkmıştı, yani Ashriel de istese sanıyorum Sevgi’nin bedenine tekrar ulaşabilir.”

    “Nasıl yani?”

    “Hiç bana bakma, meleklerin yeteneklerini sorgulamak bana düşmez.”

    Serdar, emin olamadığından bir süre ne diyeceğini bilemedi. Kıza dönerek: “Gerçekten de sen misin? Senin burada olmana ihtiyacım vardı ve sen şimdi burada mısın?” diye sordu.

    “Evet, Serdar. Benim, Ashriel ve Henry haklı. Sevgi’nin bedenine tekrar ulaşabildim, artık özüme döndüm diyebilirim ve ruh gibi dolaşmama da gerek kalmadı.” dedi Ashriel gülümseyerek.

    Serdar daha fazla dayanamadı ve Ashriel’e sarıldı: “Seni çok özledim, ne kadar zaman oldu görüşmeyeli ve ben seni çok özledim.”

    Henry: “Siz ikinizi yalnız bırakayım en iyisi, ben tesise giriyorum. Emre yakınlarda olsa da Damla ve annemin nerede olduğunu bulmak zorundayım. Bana yetişirsiniz diye umuyorum.” diye belirtti.

    “Tamam, merak etme Henry. Birazdan biz de içeri geliyoruz.” dedi Serdar.

    Henry tesise girdikten sonra Serdar: “Biz de içeri girelim, Emre her an yine ortaya çıkabilir.” dedi Ashriel’e.

    Ashriel: “Elbette, zaten buraya geliş sebebim de buydu. Artık her şeyi sona erdirmek istiyorum.” dedi gülümseyerek.

    “Dur, Serdar. O Ashriel değil.” dedi birden ortaya çıkan Aziz Bey. Ruh olarak yani sadece Serdar’ın görebildiği bir şekilde dolaşırken kullandığı halindeydi.

    Serdar, Ashriel ile Aziz Bey arasında kalakalmıştı. Ashriel: “Hayır, Serdar. Aziz Bey çok uzaklarda, onunla en son görüştüğümde uzun bir zaman buralara gelemeyeceğini anlatmıştı. O Aziz Bey olamaz, inan bana.” dedi.

    “Neden bir bedende değilsin?” diye sordu Serdar, Aziz Bey’e.

    “Çünkü bugünlerde bir insan bedeninde dolaşmamam gerekiyor, son kez bir insan bedeninde Henry’nin yanında gittiğimde melekler sizin yerinizi tespit etmişlerdi.” diye yanıt verdi Aziz Bey.

    Serdar: “Peki, son kez soruyorum. Hanginiz gerçeksiniz ve gerçek olmayanınız aslında neyin nesi?” dedi ikisine birden.
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's website
    catboy
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Jan 19, 2007
    Posts: 3268
    Location: Izmir

    PostPosted: Tue Jul 21, 2009 10:31 am Reply with quoteBack to top

    10. Bölüm “Karanlığın Ordusu - IV”

    Damla ve Zeliha Hanım kendilerini tesisin içinde bir odada buldular. Dışarıda Egemen’in meydana getirdiği yıldı-rımların sesleri hala kulaklarına geliyordu. Zeliha: “Pek de uzak bir yere ışınladığın söylenemez.” diye yorumda bulundu.

    “Amacım da buydu zaten. Emre’ye getirdiğim dosyanın yerini bulursam hatamı telafi edebilirim, bunun dışında Emre’nin ele geçirmiş olduğu diğer tüm dosyaları da yok edebilirsek tarikat ile ilgili tüm kayıtlar da silinmiş olur. Tari-kattan ilelebet kurtulmak için bir şansımız var artık.”

    “Sadece dosyaları yok etmek yetmez, Benjamin de buralarda olmalı. Tarikatın hala sembolik de olsa lideri o oldu-ğuna göre onunla da ilgilenmemiz gerekecek.” diye fikrini söyledi Zeliha.

    “O zaman dağılmamız gerekecek. Emre beni tesisin içinde küçük bir gezintiye çıkarttığında dosyaların bulunduğu odanın ikinci katta olduğunu öğrenmiştim. Benjamin Soul da bu katta, sol koridorun sonundaki odada kalıyor.”

    “Peki, sen dosyaları hallet. Ben de Benjamin ile konuşacağım.”

    “Yalnız en son karşılaştığımda durumu pek parlak değildi, tekerlekli sandalyedeydi ve nefes almakta bile zorlanı-yordu. Bunun dışında kızınız Emily de buralarda olmalı ve biliyorsunuz ki Emre ile aralarında değişik bir ilişki söz konusu.” diye uyardı Damla.

    “Merak etme, eşimi ve kızımı bana anlatmana gerek yok.” diye belirtti Zeliha.

    Damla daha fazla bir şey söylemeden tesisin ikinci katına çıkan merdivenlere yöneldi. Zeliha da Damla’nın tarif et-tiği şekilde koridorlarda ilerleyerek Benjamin’in odasını buldu.

    Benjamin, Damla’nın da bahsettiği gibi tekerlekli sandalyesinde oturuyordu. Gözleri kapalıydı ama Zeliha gülüm-seyerek: “Uyumadığını biliyorum, Benjamin. Uyuyormuş numarasını benden başka herkese yapabilirsin, ama ben anla-rım.” dedi.

    Benjamin yavaşça gözlerini araladı ve Zeliha’ya baktı. Bir süre konuşabilmek için çaba gösterdi. Dudaklarını açmak işkence gibiydi sanki.

    “şeytan kanını kullanarak sıra dışı yetenek gösteren ilk kişiyim ve kazandığım ilk yetenek sayesinde bu zamana kadar ölüm korkusu olmadan işlerimi sürdürebilmiştim.”

    Bir süre nefes almak için duraksamıştı ama sonra sözlerine devam etti: “Bir kural vardır, bu hem melekler hem de iblisler için geçerlidir. Bu dünyaya gelebilirler ama ruhtan farkları olmaz. Bir insana fiziksel olarak zarar vermek için başka bir insanın bedenini ele geçirmek zorundadırlar yoksa zaten ait olmadıkları bu dünyada insanlara bir zararları dokunmaz. Benim yeteneğim ise bana yaklaşan melek ve iblisleri ele geçirdikleri bedenlerden kovabilmekti. Bu yüzden ne bir melek ne de bir iblis tarafından rahatsız edilmiştim.”

    Zeliha’nın yavaşça gülümsemesini silinirken Benjamin sözlerini sürdürdü: “Bu yeteneğim o kadar çok hoşuma git-mişti ki daha fazla yetenek için damarlarıma kanı enjekte etmeye devam ettim ve bir süre sonra da bedenimde isten-meyen yan etkiler oluşmaya başladı. Vücudum harap olunca da tarikatta liderliğimi düzgün bir şekilde yapabilmek için kendimi ölmüş gibi göstermiştim, bu ileride kazanacağım yeni yetenekler adına küçük bir fedakârlıktı.”

    Zeliha geri adım atmaya başladıkça Benjamin tekerlekli sandalyesiyle ona yakın durmaya gayret gösteriyordu: “Otuz üç yıllık evliliğimin ardından eşimi çok iyi tanıyorum. Ondan hem nefret ettim, hem onu delicesine sevdim. Ona inancı için saygı duydum, aynı zamanda da neden benim yanımda değil diye onu öldürmek için fırsat kolladım. Bu yüzden senin eşimin bedeninde gelerek beni kandırabileceğini düşünmen tamamen saçmalık ve senin kim olduğunu da biliyorum. Sen benim yeteneğimi kullanarak ele geçirdiğin bedenden zorla çıkarttığım ilk iblissin. Rosier’di adın değil mi?”

    Birden Zeliha Hanım’ın gözlerinden kızıl ışıklar saçılmaya başladı: “Kim olduğumu ismimi söylememiş olsaydın, hatırlayamayacaktım. Birisi zorla anılarımı Zeliha Hanım’ın anılarıyla değiştirmişti, bu yüzden gerçekten de buraya ilk geldiğimde kendimi senin eşin sanıyordum ama artık kim olduğumu hatırladım sayende.”

    Benjamin, iblisi bileklerinden yakaladı: “O kızıl ışıkları asla unutmadım ve yıllar boyu çekmiş olduğun acıları düşün-dükçe de keyifle içkimi içmeye devam ettim. şimdi yine tarih kendini tekrar ediyor. Yine seni içine girdiğin bedenden çıkartarak acı çekmene neden olacağım aynı geçen seferki gibi.”

    İblis bileklerini Benjamin’in hastalıklı ellerinden kurtarmaya çalışsa da Benjamin iblisin yine zorla bedenden çıkma-sına neden olacak o sözlerini söyledi: “Vade Retro Satana!”

    İblis kızıl ışıklar halinde Zeliha Hanım’ın bedeninden çıkarken Benjamin daha fazla dayanamayarak tekerlekli san-dalyesinden yere düştü. Zeliha Hanım da eşinin yanına düşmüştü, gözlerini yavaşça araladığında eşini gördü: “Çldüm sanmıştım.”

    “Ancak inancı sağlam olanların bir iblisin bedenini ele geçirmesinden sağ olarak kurtulabilecek güçte olduğu söy-lenilirdi. Gerçekten de bu doğruymuş.” diye yorumda bulundu Benjamin yavaşça eşinin saçlarına dokunurken.

    “Ama fazla gücüm kalmadı, sanırım yollarımız şimdi ayrılacak Benjamin.” dedi Zeliha gözlerini zor açarak.

    “Ben bir şekilde yine seni bulurum, hayatım.”

    “Hala yaşıyorken yaptıkların için af dileyebilirsin. şeytan’ın yolunu izlemeyi bırakıp hala doğru yola geri dönebilirsin.”

    “Bunu yaparsam affedilme şansım var mı sence?”

    “Elbette, herkesin affetme ve hoşgörü sınırı vardır. Sadece birinin böyle bir sınırı yoktur, sen yeter ki gönülden af dile.”

    Benjamin eşine gülümsedikten sonra gözlerini kapadı ve affetmesi için Allah’a yalvardı içinden. Zeliha Hanım da eşinin affedilmesi için dua okuyordu, sonra da son nefeslerini verdiğini anlayınca kendisi için de dua okumayı unutmadı ve eşine son defa baktı. Benjamin de Zeliha’ya bakarak böyle bir kadınla hayatını birleştirdiği için Allah’a şükrediyordu. Ardından ikisi de gözlerini son defa kapattılar ve bir daha açmadılar.

    O sırada Damla arşiv odasını bulmuştu ve raflardan tarikat ile ilgili tüm kayıtları yerde topluyordu. Sonra çakmakla tamamını yok edecekti, böylece tarikatın varlığı kimse tarafından bilinmeyecek ve tamamen tarikat yok olacaktı. Çak-mağını yakmak için yere eğilirken odanın dışında birinin ona seslendiğini duydu. Ses tanıdık gelse de tedbiri elden bı-rakmayan Damla yavaşça odadan çıktı ve etrafa göz gezdirdi. Emre’nin onunla uğraşmaktan daha büyük planları vardır herhalde diye düşünüyordu.

    Damla yüzüne gölge düşmüş kişiyi ilk başta tanıyamadı: “Sen de kimsin?”

    Emir gölgeden yüzünü çıkartarak: “Beni unuttun mu?” diye sordu.

    “Bu imkânsız ama sen öldün.” diye bağırdı Damla.

    “Hayır, seni korumak için kendimi ölmüş gibi gösterdim sadece. Hiçbir zaman ölmemiştim ben Damla, bu gerçeği sadece Henry ile Emre biliyordu.”

    “Sen Emir değilsin.” diye ısrar etti Damla. Ama Emir ona yaklaşmaya devam etti: “Benim, Damla. İnan bana.”

    “Yaklaşma bana sakın.” diye bağırdı Damla. Emir: “Sana bir şey göstereceğim, böylece benim gerçekten de Emir olduğumu anlayacaksın.” diye belirtti.

    Damla karşısındakine şüpheli yaklaşmaya devam ediyordu: “Bu bir hayal olmalı, bana yaklaşmana izin vermeyeceğim asla.”

    “Lütfen, en azından göstermek istediğim şeyi gör. Eğer bana inanmazsan da sorun yok.”

    Damla, karşısındakinin eşi olması için umut ediyordu içten içe ama Emre’nin tuzağı olabilir diye de düşünmeden edemedi. Henry ile olan konuşmalarında Emre’nin yapabildiği şeyleri öğrenmişti. Uzaktan eşyaları hareket ettirebili-yordu, yoktan alev meydana getirebiliyordu, kalem veya mürekkebe ihtiyaç duymadan istediği her yere yazı yazabili-yordu, sesiyle insanları yapmak istemedikleri eylemlerde bulunmalarına neden olabiliyordu mesela kendilerini öldürme-leri gibi. Bunların dışında insanların rüyalarına da girebiliyordu. Serdar ile tek ortak olan gücü onun gibi melek, ruh, iblis gibi dünya dışı varlıkları görebiliyor olmasıydı. İnsanların hafızalarıyla oynama, zihinlerine girip olmayan olayları gerçekmiş gibi göstermek gibi güçler de Henry’e aitti. Bu yüzden Henry ile aynı tarafta olduğu için karşısındakinin Emir’in bir hayal ürünü olma olasılığı da yoktu.

    “Gerçekten de benim, Damla. Sana bu acıları yaşattığım için çok üzgünüm.” diye belirtti Emir.

    “Peki, buraya nasıl girebildin?” diye sordu Damla bu sefer.

    Emir arkasında bir şey tutuyordu. Israrla: “Her şeyi anlatacağım, ama önce yakınıma gelmelisin. Sana göstermem gereken çok önemli bir şey var. Böylece bana inanacaksın.” dedi.

    Damla yavaşça Emir’e yaklaştıkça Emir ile ilgili mutlu anılarını hatırlıyordu. Bu yaşadığı onca garip olaya rağmen şu anda yaşamını değerli kılan önemli olayların tamamında Emir’in bulunması başta şaşırtıcı geliyordu. Ama melekler ve iblislerin savaşı gibi büyük olaylar değildi asıl insanın kısacık yaşamını anlamlı kılan, sevdiği insanların arasında gülümsediği, ağladığı ve özgürce onlara sarılabildiği o anlar asıl insanın hafızalarında yer alabilecek kadar değerli anılar olabiliyordu.

    “Düşlerimiz bozulduğunda kaçabileceğimiz başka bir yer kalmıyor bu hayatta değil mi?” dedi birden Damla.

    Emir, Damla’nın ne demek istediğini anlamamıştı. Damla gülümseyerek: “Bunu hastanede kaldığım o günlerde karşılaştığım biri söylemişti. Kaçabileceğim hiçbir yer kalmadı artık, ne garip ki kanı bana enjekte etmelerine izin verdi-ğimde kazandığım yetenek istediğim her yere kaçabilmemi sağlamıştı, yine de artık nereye gidersem gideyim geçmi-şimden kaçamıyordum yani seninle geçirdiğim o anılardan.”

    “Artık her şey iyiye doğru gidecek. Söz veriyorum, Damla.” dedi Emir samimi bir sesle.
    Damla koşarak Emir’e sarılmak istiyordu ama yapamıyordu. Çünkü bu sefer de ya kardeşi gibi Emir de Emre ile aynı taraftaysa diye kuşkulanmıştı.

    “Burada ne arıyorsun, Emir? Yoksa Emre’nin tarafında mısın?”

    “Ben kimsenin tarafında değilim, inan bana hayatım. Sadece seni alıp buradan gitmek istiyorum. Bu diğerlerinin davası, bizim ile ilgisi yok.”

    Damla, Emir’e doğru yürümeye devam etti: “Bu sefer beni terk etmeyeceksin değil mi? Beni korumanı istemiyo-rum, sadece yanımda olmanı istiyorum. Beni koruman beni terk etmeni gerektiriyorsa bunu yapmanı istemiyorum artık.”

    “Söz veriyorum, Damla. Artık hiç ayrılmayacağız.”

    Damla, Emir’in yanına vardığında gözyaşlarını tutamamıştı. Onun omzuna yaslanıp ağlamak istiyordu. Ama Emir birden geriye adım atmıştı. Arkasında tuttuğu şeyin bir bıçak olduğu ortaya çıkınca Damla: “Ne yapıyorsun Emir?” diye sordu.

    Emir, Damla’nın karnına üç defa bıçağı soktu. Damla acı içinde yere düşerken Emir’in yüzü de değişmeye başlamıştı. Saçları uzuyordu ve bir bayanın şekline bürünüyordu. Sonunda Damla Emily’nin tuzağına düştüğünü anladı.

    “Egemen’de yaptığımız denemeler mükemmeldi. Artık kan yüzünden meydana gelen yan etkilerden kurtulmuştuk. Bu yüzden ben yeniden kanı kullanmaya karar verdiğimde ilk başta yine diğer kişilerin yeteneğini engelleme gibi pasif bir yetenek kazacağımı düşünüyordum ama artık bedenimi değiştirebildiğimi anladım sonunda. Seni gerçekten de iyi kandırdım değil mi?” diye anlattı Emily zaferinin tadını çıkartarak.

    “Tabi bunun kötü yanları da yok değil, herkese sevdiği bir kişi olarak görünüyorum. Yani sana eşin Emir gibi görü-nürken yanında başka biri olsaydı o beni başka biri olarak, kendi sevdiği kişinin bedeninde görecekti. Yanılsamalarım karşımdaki kişinin yüreğinde yer alan en büyük sevginin sahibinin şekline görünmemi sağlıyor.” diye devam etti anlat-maya.
    Damla’yı kanlar içinde bıraktı sonra ve merdivenlerden aşağıya inmeye başladı. En son Damla, Emily’nin “Sanırım Egemen’i haklamışlar.” dediğini duydu.

    Kendinden geçmişti ki birkaç dakika sonra Henry onu buldu. Onu uyandırmaya çalışıyordu. Damla zorla gözlerini açarak Emily konusunda onu uyarmaya çalıştı: “Emir geldi...”

    “Çzgünüm, Damla. Yaşadıkların için gerçekten de çok özür dilerim. Başına gelen talihsizliklerin çoğunda benim parmağım oldu.” dedi Henry. Damla’nın tam olarak ne anlatmaya çalıştığını anlayamamıştı.

    “Emir buradaydı... Beni tuzağa düşürdü... Aynı Emir gibiydi... Beni kandırdı...”

    “Kimdi o, Damla?” diye sordu birden Henry, Damla’nın ne demeye çalıştığını kavrayarak.

    Damla daha fazla konuşamamıştı. Henry, Damla’nın gözlerini kapayarak: “Huzur içinde ol, umarım eşin ile yeniden karşılaşırsın.” dedi ve Serdar’ı uyarmak için geri dönmeye karar verdi. Damla’nın dediklerinden şekil değiştirerek kendini karşısındakinin sevdiği biriymiş gibi gösteren birinin varlığını anlamıştı. Kim olduğunu bilmiyordu, tek bildiği bu kişinin Emre olmadığıydı. Emre’nin böyle numaralara başvurmayacağını tahmin ediyordu.

    Gerçekten de Emre’nin şekil değiştiren olmadığı tahmininin doğru olduğunu anlaması uzun sürmedi. Çünkü Emre karşısına çıkmıştı.

    Emre, Henry’i uzaktan elinin tek bir hareketiyle duvara fırlattı. Başını şiddetli bir biçimde çarpan Henry ayağa kalkmaya çabalasa da başı döndüğünden tekrar yere düştü. Başı kanarken Emre’ye baktı.

    Emre keyifli bir şekilde: “Başın dönerken o hafıza kopyala, yapıştır, kes, sil veya gönder seçeneklerine ulaşamıyorsun değil mi?” diye belirtti.

    “Çekirgelerin meşhur bir hikâyesi vardır. Bir kez sıçramayı başaran bir çekirgenin, ikinci kez sıçraması da doğal olarak karşılanır ama bu çekirgenin üçüncü defa sıçraması hiçbir çekirge tarihi arşivlerinde yer almamıştır. Çünkü çekirgeler bile en fazla iki defa sıçrayabilir.” diye anlatmaya başladı Emre.

    “Seni öldürmek için bunca zahmete katlandıktan sonra tam olarak öldüğüne emin olmadan seni orada bırakmam benim hatamdı, bunu kabul ediyorum. Ama en sonunda o acınası hayatına son vermek için kafana bir tabanca dayıyorsun, bu sefer de ruhunun kilitlenmiş olduğu ortaya çıkıyor. Bu sefer ne yapacaksın, Zıpırgan Soul?”

    Emre’nin ona iyice yaklaştığını gören Henry: “Ben artık bir tehdit değilim. Aranızdaki sorunları beni köprünüz olarak ele almadan da kendi aranızda halledebilirsiniz.” diye belirtti.

    “Köprüler niçin vardır, Henry, hiç düşündün mü? İki taraf arasındaki geçişi sağlayan bu hatlar yıkılırsa iki taraf birbirine uzaktan el sallamak zorunda kalır. Yani senin sayende kötülük ile iyilik arasında gidip geldim ama diyelim ki köprü yıkıldı, o zaman ne iyiler ne de kötüler köprü üzerinden karşı tarafa ayak basamaz. Sen her zaman kötü kalmam için yıkılması gereken bir köprüsün. Bu birinci nedendi.”

    “İkinci nedene gelince, karanlık orduma gelmesi için ikna ettiğim ilk askerimi kayıt dışı etmiş olmanı sayabilirim. Bir de kendin için tehdit değilim demez misin, bari yalan söyleme kısmını geçelim artık.”

    “Neden annemin aslında bir iblis tarafından ele geçirilmiş olduğunu anladığın halde diğerlerine anlatmadın?” diye sordu bu sefer Henry.

    “Madem öleceğim, merak ettiğim her şeyi öğreneyim de öyle bitsin bu sefil hayatım diyorsun. Orada seni rezil etmenin hiçbir eğlenceli tarafı yoktu. Hem hevesle Egemen ile yapacağınız dövüşü bekliyordum. Bu yüzden kısa kestim orayı.” diye yanıt verdi Emre.
    “Son bir şey isteyebilir miyim peki?”

    “Teknik olarak kötü bir adamdan son bir istekte bulunma olayının pek bir anlamı yoktur, yani kötü adam seni öldü-rüyorsa ne diye senin son isteğiyle uğraşsın ki bir de? Ama söyle, eğer bu tesisten çıkmadan yapabileceğim bir şeyse belki aklıma eserse yaparım.”

    “Sadece geçen sefer ki acı dolu bir ölüm şekli seçme, hemen canımı al da kurtarayım.”

    “ şanslısın ki acelem vardı zaten, bu yine de acı dolu ölüm şekli fikrinden vazgeçtiğim anlamına gelmiyor. Sadece senin bir süre sonra öleceğine emin olacağım bir şekilde seni bırakacağım, sonra buradan ayrılacağım. Sen yine bir süre acı çekeceksin, ama sonra öleceksin kesin olarak.”

    “Ne yapmayı planlıyorsun?”

    “Kalbini sökersem bu sana iki-üç dakika daha nefes alma süresi verir. Bu dakikalarını arkamdan küfür ederek kul-lanabileceğin gibi, af dilemek için birilerine belli bölgelerinden dualar uydurabilirsin veya ailenle geçirdiğin mutlu anıları hatırlayabilirsin tabi çekeceğin acılar yüzünden bunları yapacak pek fazla fırsat bulacağını sanmıyorum.”

    Emre sol elini yumruk yaparak ileri uzattı, sonra bir şeyi kopartıp çekiyormuş gibi yaptı. O anda Henry’nin kalbi bedeninden söküldü ve parçaları duvarlara sıçradı. Henry acı içinde bağırırken Emre gözlerini kapamıştı, sanki çığlıklardan zevk alıyor gibiydi.

    Daha sonra tesisin çıkışına ilerlerken Henry’nin son sözü kulağına ulaştı: “Seni lanet olası...”
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's website
    catboy
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Jan 19, 2007
    Posts: 3268
    Location: Izmir

    PostPosted: Wed Jul 22, 2009 12:51 pm Reply with quoteBack to top

    11. Bölüm “Karanlığın Ordusu - V”

    Aziz Bey: “Dediklerime inanmak zorundasın, Serdar. Yanındaki Ashriel değil.” diye uyardı.
    Serdar kimin doğruyu söylediğini emin olamıyordu. Aziz Bey doğruyu söylüyor ve buraya ikizler ile meleklerin dı-şında görülemeyeceği bir şekilde gelmişse bile ancak Henry geri dönerse ve onun tarafından görülmezse emin olabile-cekti. Yoksa Aziz Bey’in şu anki halinin diğerlerinden bir farkı yoktu Serdar’ın gözleri için.

    Serdar, Ashriel’e dönerek: “Hanginiz doğruyu söylüyor? Artık sıkıldım bu oyundan.” diye belirtti.

    Ashriel sıkkın bir ifadeyle: “Aynı şey benim içim de geçerli, tatlı çocuk.” dedi ve birden çıkarttığı tabancayla Serdar’ı alnından vurdu.

    Aziz Bey, Serdar’a yardım etmek için hareket etmek istediğinde bir tuzağın içinde hapis olduğunu anlamıştı. Buna benzer tuzağa bir defa daha düşmüştü.

    Ashriel yavaşça gerçek haline dönerken, Emre de tesisten çıkıyordu. En sonunda Ashriel’in Emily olduğu ortaya çıkmıştı. Emre, yerde cansız bir halde yatan ikizine bakarak: “Gerçekten de iyi biri olarak öldüğünü sanıyordur herhalde.” dedi alay ederek.

    “Sanmıyordu, gerçekten de iyi biri olarak öldü.” diye bağırdı Aziz Bey.

    “Sonsuza kadar o kapanın içinde kalmaya ne dersin?” diye belirtti Emre nefret dolu gözlerle.

    “Hayır, beni kurtarmak için gelen birileri elbette olacaktır.”

    “Gelecek olan dostların aynı zamanda seni kendi yasalarına göre cezalandırmak için de yanıp tutuşuyorlar. Yasalar ne kadar sıkıcı bir olay değil mi? Çzgür dimağların bu kadar kurala ne diye ihtiyacı olsun ki hem? Yeni düzen geldiğinde kurallar olmadan da nasıl yaşanırmış göreceksiniz.”

    “Kurallar olmadan bir düzen olmaz.”

    “Seninle bunun tartışmasına girmeyeceğim, pek aziz dostum Aziz Bey.” diye karşılık verdi Emre.

    Emily, Emre’ye sarılırken: “Sonunda başardık. Kimse kalmadı yolumuza çıkacak.” dedi mutlulukla.

    “Ben sözümü tuttum. Artık söz verdiğim gibi seni kraliçeler gibi yaşatacağım. Ama önce seni öldürmem gereke-cek.”

    “Anlamadım, ne demek istiyorsun?”

    “Karanlık ordu için gerekli kan mevcut, yan etkiler de giderildiği için artık ilacı damarlarına enjekte ettiğim herkes benim bir askerim olarak bana hizmet edecek. Kısacası ben efendimin isteğini yerine getirdim, ordu için gerekli temelleri attım. şimdi onun gelmesi için bir geçit kapısı açmam gerekecek, bu yüzden de elimde kurban edebileceğim bir tek sen kaldın.”

    “şu melek ne olacak? Onu kullanabilirsin.”

    “Bir meleği öldürmek için çok az eline fırsat geçer, hayatım. Fırsatlardan biri senin karşına çıkmıştı, hatırlarsan ilk defa bir meleği öldürme noktasına gelen tek insan sendin. şeytan Elması denen bir çiçeğin yanında meleklerin insanlar-dan bir farkı kalmıyordu. Bundan başka da bir meleği öldürmenin ben yolunu bilmiyorum.”

    “Ben biliyorum, çünkü benim karşıma çıkan meleği öldürmüştüm ben.” dedi birden bir ses.
    Serdar ayağa kalkmıştı ve alnından giren kurşun elindeydi. Emre: “Bu nasıl mümkün olabilir?” diye sordu şaşırarak.

    “Sen nasıl sadece bana özgü gibi görünen yetenekleri kullanmayı öğreniyorsun, ben de senin yeteneklerini öğre-nebilirim mesela kendini iyileştirmek gibi.” diye yanıt verdi Serdar.

    Emily, Emre’den uzaklaşmak için geri adım atıyordu ki Emre, son anda Emily’i bileğinden yakaladı: “Bir işi bece-remedin, aptal.”

    “Ben nereden bilebilirdim ki? Hem zaten o ölmüş olsaydı çoktan, beni öldürmek için bir bahanen olacaktı yine de.” diye karşılık verdi Emily.

    Emre, Emily’nin daha fazla konuşmasına fırsat tanımadan boynunu kırdı: “Bazen bu kadınlar da ne geveze oluyorlar değil mi?”

    “Sen içindeki günah tohumlarını çoktan filizlemişsin. Kötülük yüreğini sarmış.” diye konuştu Aziz Bey.

    “Bu yorumuna memnun kaldığımı belirtmek isterim.” dedi Emre ve sonra ikizine döndü: “Artık sadece sen ve ben kaldık, bir de bu tarihi ana tanıklık edecek hakemimiz Aziz Bey.”

    “Bunun olmasını engellemem gerekiyordu, ama tarih sadece tekrardan ibaretmiş gerçekten de. Yine aynı olaylar oluyor ve ben durduramıyorum.” diye konuştu Aziz Bey, ikizlerin duyamayacağı bir şekilde.

    “Bu sefer sadece birimiz sağ kalacağız.” dedi kendinden emin bir şekilde Serdar.

    “Belki de artık gerçek isimlerimizle birbirimize hitap etmeliyiz, ne dersin Mictian?” diye önerdi Emre.

    “Saldırıya geçecek misin yoksa savunmada mı kalacaksın?”

    “Peki, o zaman. Belki bir daha zaman bulamayabiliriz diye veda kısmını burada hallediverelim diye düşünmüştüm.”

    Serdar daha fazla dayanamadı ve Emre’ye doğru ilerledi. Emre sinsi gülümsemesiyle: “İşte beklediğim an geldi so-nunda.” dedi.

    Serdar, Emre’ye doğru koşarken amacı ona saldırmak değildi. Her şeyi sona erdirmek istiyordu, bunun için de her şeyi düzeltebileceği hangi zamana geri dönmesi gerektiğini düşünüyordu. Birden Aziz Bey’in ona ilk kez ikizlerden bah-settiği zamanı hatırladı.

    “Tahmin edeyim. Gerçekte orda olan şey kara cübbeli biri değil.” demişti Serdar, Aziz Bey onu Cehennem’de ilk kez ikizlerin yaratıldığı zamana götürdüğünde.

    “Karşında kara cübbeli bir varlık olarak görülen şey şeytan’ın taa kendisi.” diye açıklamıştı Aziz Bey. Serdar’a tam olarak ne Cehennem’i ne de şeytan’ı asıl olduğu şekliyle gösteriyordu. Bahane olarak da Serdar’a akıl sağlığının bozula-bileceğini söylüyordu.

    Emre’ye doğru tüm öfkesiyle koştururken kara cübbeli olarak da görse şeytan ile olan ilk karşılaşmasına odaklandı.

    Tam Emre ile karşı karşıya gelmişlerdi ki birden zaman Serdar için duruverdi. Yaşadığı tüm olaylar sanki kasetin geri sarılması gibi geriye doğru gidiyordu. Gelecekten gelen kendisinden aldığı eğitim günleri gözünün önünden geçiyordu. Mictian ona: “Artık her şey senin elinde, zamanda geriye dönüp her şeyi düzeltebilirsin.” diyordu.

    Ardından hsoul aşamalarının sonuncusunun gerçekleştiği yerde yaşadıklarını görüyordu şimdi. Emily, Aziz Bey’i genç bir adamın bedenindeyken vurmuştu ve bunun üzerine şeytan’ın gelebileceği bir geçit açılmıştı. Serdar da öfkesine hâkim olamayıp Emily ile beraber kendini uçurumdan aşağıya atmıştı: “Artık hepimizi köle yaptın. Ama ne ben ne de sen yeni düzeni göremeyeceğiz, en azından bunu gerçekleştireceğim.”

    Sonra daha da geriye gitmişti zamanda ve annesinin mezarında gözyaşı döktüğü anı izlerken bulmuştu kendini: “Beni uyarmaya çalışmıştın, ama ben seni hiçbir zaman dinlemedim anne ve senin yaptıklarının karşılığında ben sadece sana hakaret ettim. Beni affet, anne!”

    Sevgi ile ilk karşılaştığı zamanı izlerken içi bir garip olmuştu, o zamanlar Sevgi’nin aslında Ashriel olduğunu bilmi-yordu. Sevgi ile yanlışlıkla çarpışmıştı üniversitede: “Çok özür dilerim. Yanlışlıkla oldu.”

    Onun peşinden yere düşürdüğü kimlik kartını vermek için gitmesiyle de hayatını değiştirecek olayların fitili ateş-lenmiş olacaktı.

    Babasıyla balık tutarken kendini izliyordu uzaktan. Babası Hasan Bey ona nasihatler veriyordu: “Çnce kendine inanmalısın, oğlum. Yaşamda seni yaptıklarınla değil, başkasından senin hakkında duyduklarıyla yargılayanlar olacaktır. Sen doğru olduğuna inandığın şeyi yapmaya gayret et ve asla inancını kaybetme.”

    Annesi Meral Hanım’ı görüyordu şimdi de, kucağında bir bebeği tutuyordu koruma içgüdüsüyle. Bebek Serdar’ın kendisiydi. Meral Hanım: “Bir daha seni asla terk etmeyeceğim. Asla kimsenin sana zarar vermesine, bir daha ölümün bizi ayırmasına izin vermeyeceğim.” diye haykırıyordu.

    Tüm yaşamını geriden de olsa izleme fırsatı yaşamıştı Serdar ve sonunda kendini her şeyin başladığı noktada bul-muştu: Cehennemde!
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's website
    catboy
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Jan 19, 2007
    Posts: 3268
    Location: Izmir

    PostPosted: Sat Jul 25, 2009 8:47 pm Reply with quoteBack to top

    12. Bölüm “Başlangıç Noktası”

    Başlangıçta sadece karanlık vardı Serdar için, gözleri hiçbir şey seçemiyordu. Cehennem’in görüntüsü gözleri tara-fından algılanamayacak kadar farklıydı. Bir süre Serdar yoğunlaştığında kızılımsı bulanıklar seçebildi sadece.

    Cehennem alevinin olduğuna dair bir sıcaklık da hissedememişti, belki de bedeninin algılayamayacağı bir sıcaklığı vardı burasının.

    İleride birinin varlığını hissediyordu, bu çok garip bir duyguydu çünkü onun varlığını sanki bulunduğu yerde bir boş-luk oluşmuş gibi hissettiği için fark edebiliyordu yani sanki yokluğundan varlığı anlaşılıyordu.

    Meleklere özgü o saf ışıktan kaynaklanan değişik bir huzur duygusu da yaymıyordu, tam tersi insanın yüreğine ka-ramsarlık ve şüphe tohumları atan bir fırtınanın tam ortasında yer alıyordu sanki.

    Kızıl bulanıklık Serdar’ın gözünün önünden geçmiyordu, ama o gizemli varlığın yerini yaydığı yokluktan anlayabili-yordu. Karanlık bir bulut gibi kızıl renk ile bütünleşiyordu.

    Serdar her ne kadar bulunduğu boyuta hala adapte olamasa da nerede, ne zamanda ve karşısındakinin kim oldu-ğunu biliyordu. Onu yaratan varlık ile karşı karşıyaydı yani şeytan ile. Ama şeytan’ın Serdar’ın varlığını fark etmediğini bir süre sonra Serdar anladı ya da öyle tahmin etti.

    şeytan sanki arkasını dönmüştü ve başka bir işe yoğunlaştığından Serdar’ı hissedememişti. Serdar şeytan’ın etra-fında dolaştı onun yaydığı yokluk sebebiyle olan biteni anlamadığından. Diğer tarafa giderse şeytan’ın ne yapmaya çalıştığını belki anlayabilirdi.

    Yürümekten ziyade Serdar sanki uçuyormuş gibi hissediyordu, ama bunu uçmak olarak tanımlamak da doğru de-ğildi. Sanki son hız koşuyordu, ama aynı zamanda duruyordu. Zihni harekete geçtiği halde bedeninin hareket etmeden durması gibiydi. Bedeni felç olmuş da zihnen kendini yürüyormuş gibi görüyordu, rüyanda yürüdüğünü sanmak gibi bir duyguydu. Tek farkı gerçekten de hareket ediyor oluşuydu.

    şeytan ise konumunu değiştirmiyordu. Sabit bir şekilde duruyordu. Serdar onun bulunduğu konumun diğer tarafına vardığında ise içine huzur duygusu dolmaya başlamıştı. Yakınlarda melekler olmalıydı.

    Yavaşça içinde daha garip bir his oluşmaya başladı, bu duyguya iki açıklama getirebiliyordu: Sanki başka bir yerde olması gerekiyordu ya da kendi ruhundan bir parça başka bir yerdeydi.

    Birden kafasında şimşekler çakmıştı, ne olduğunu anlamıştı. şeytan’ın önünde iki tane melek vardı ve bunlardan biri kendisiydi. Kendisinin aslında bir melek olmuş olduğu gerçeğinden başka asıl şeytan’ın değil Tanrı’nın yarattığı bir varlık olmasını anlaması daha çok şaşırtmıştı.

    “Demek ki hiçbir zaman şeytan yeni bir varlık yaratmamıştı, tuzağına düşürdüğü iki meleğe kendi kanından verdi ve Cehennem alevinin gücüyle melekleri yeniden şekillendirerek ikizleri meydana getirdi. Yani ben ve Emre aslında melek miydik?” diye düşündü Serdar.

    “Artık gerçeği biliyorsun.” dedi bir ses arkasından.

    “Seni tanımıyorum ama senin yaydığın ışığa bakılırsa çok önemli bir melek olmalısın.” dedi Serdar, göremediği si-luete. Beyaz ışıkları az buçuk seçebiliyordu. Kızılın arasından doğan güneş gibiydi.

    “Haklısın, önce kendimi tanıtmam gerekirdi. Benim adım Cebrail.”

    “Sizinle tanışmak benim için büyük bir onur efendim.”

    “Demek gelecekten buralara kadar gelmeyi başardın, şimdi ne yapman gerektiğini biliyorsun.”

    “Bunu yapmasını engelleyeceğim, melek olarak kalmamızı sağlayacağım.”

    “Bunu yapamazsın, Serdar. Burası senin boyutundan daha farklı bir zaman çizgisine sahiptir. Geldiğin boyutta za-manda geriye gidip zamanı yeniden şekillendirebilirsin ama burada onu yapamazsın.”

    “Ama ikizleri yani beni ve Emre’yi dünyaya göndermeyi başardıktan sonra artık yapabileceğim bir şey olamaz ki. Ben yine şeytan kanı ile dolaşmış olacağım, zamanda pek fazla değişiklik yaratmayacak bu durum.”

    “Dediğim gibi burada yapabildiklerin sınırlı, burasının şeytan’ın oyun alanı olduğunu unutmaman gerekiyor.”

    Serdar, daha başka ne diyeceğini bilemiyordu. Sonra birden kendine en yakın gelen soruyu sordu: “Çnceden Ashriel ile tanışıklığım var mıydı?”

    Cebrail’i göremese de gülümsediğini hissedebiliyordu: “Meleklerin de insanlarla benzer yanları vardır. Bizde de aramızda kardeş gibi gördüğümüz melekler olduğu gibi, daha farklı duygular hissettiğimiz melekler de oluyor. Cennet’i herkesin kardeş olduğu sıkıcı bir oyun parkı olarak görmek tamamen büyük bir yanılgı olacaktır. Cennet’te aşk duygusu insanların algılayabildiğinden daha güçlüdür. Meleklerde gördüğün o kardeşlik bağından bile daha sağlamdır.”

    “Sorduğun soruya gelirsek, Ashriel ile tanışıyordunuz. Hatta bir gün bana Azrail’in, çırağı Ashriel’in eskisi kadar gö-revlerini yerine getiremediğini dert yanmıştı da ben ona bunun sebebinin ne olabileceğini anlatmıştım.”

    Serdar bu sefer: “Ashriel’in benim her zaman iyi biri olabileceğime inanması bundan mı kaynaklanıyordu? Yani beni tanıyordu ve benim aslında kim olduğumu biliyordu.” dedi heyecanla.

    Cebrail daha başka bir şey demeyince Serdar: “Peki, Aziz Bey’in bizimle bir ilgisi var mıydı?” diye sordu.

    “Cehennem’e görevi olmayan meleklerin girmesi yasaktı ve buraya açılan geçit kapıları da sıkı koruma altında olurdu. Sen ve arkadaşın birbirinize yapışık ikiz gibiydiniz ve her yere birlikte giderdiniz. Bir gün aklınıza nereden estiyse şeytan’ın nasıl bir şey olduğunu görmek istemiştiniz ve buraya gelmenin yasak olduğunu bildiğiniz için Azrail’i takip ederek geçit kapılarının yerini öğrenmiştiniz. Azrail, ruhların Cennet ve Cehennem’in kapılarına ulaşmalarıyla görevlen-dirilmiş baş yetkili olduğu için de başı her zaman kalabalık olurdu. Yeni ölen insanlar biraz meraklı oluyor doğal olarak. Siz de bundan faydalanarak o fark etmeden Cehennem’e açılan geçitlerden birine girdiğinde peşinden girdiniz ve kendinizi burada buldunuz. Azrail sizi görmediği için de o geri döndüğünde siz bir daha kapının yerini bulamadınız ve şeytan’ın oyunlarına yenik düşerek onun tutsağı oldunuz. O da sizi bu hale getirdi.”

    Artık her şeyi daha iyi anlayan Serdar sorabileceği kalan tek soruyu da sordu: “şimdi ne yapmam gerekiyor?”

    “Burada yapabileceğin bir şey kalmadı. Artık kendini tanıyorsun, zaten bu gerçeği bilmeden önce de iyi ile kötünün sadece tercih yapmaktan ibaret olduğunun farkındaydın. Kimse kötülük yapması için yaratılmaz, unutma şeytan da kendi tercihini yaptı. O da kötü biri olsun diye yaratılmamıştı. Aslında onun önceden Tanrı’nın en sevdiği kullarından biri olduğunu da söylememde bir sakınca yok. Kendisi kaderini belirledi, kimse ona kötülük yap dememişti.”

    “Kendi zamanına geri dönmelisin, hala kimliğinin farkında olmayan biri daha var. Eğer doğruyu kavrayacak gücü gösteremezse kendi kaderini çizmesine izin vermek zorundasın, onu kurtarmak için kendini feda etme.”

    “Onun sadece aklı karışık ama Emre de gerçeği bilmek zorunda.” diye karşılık verdi Serdar.
    “Yine de bilgin olsun, biraz daha işleri karıştırmaya kalkarsa bizzat durumla benim ilgilenmem gerekebilir.” diye uyardı Cebrail.

    “Peki, Emre’yi de durdurmayı başarırsam sonunda ne olacak? Azrail’in dediği gibi öldürülecek miyim?” diye sordu kaderine razı bir bakış atarak Serdar.

    “Azrail’in böyle bir şeyi neden söylemiş olacağını bilemem, çünkü bana göre daha o zaman yaşanmadı. O olayları yaşayan ve gelecekten gelen kişi sensin sonuçta. Ama sana söz veriyorum ki her şey bittiğinde yeniden özüne geri dö-neceksin ve seni aramıza yeniden almaktan mutluluk duyacağız. Tanrı’nın isteğinin de bu yönde olduğunu bil, çünkü o asla kendi kullarına sırt çevirmez.” diye yanıt verdi Cebrail.

    “şimdi kendi zamanıma nasıl döneceğim ki?”

    “Sadece istemen yeterli, yürekten isteyince yapamayacağın şey yoktur, kendine inanman ve kendini tanıman ye-terli.”

    Serdar bir kere daha etrafına baktı ve Cehennemin o bulanık havasını içine çekti. Kızıl ışıklarının ardından son bir kez hala kendisini fark etmeyen o boşluğa baktı ve şeytan’ın nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye çalıştı. Sonra da kızıl ışıkların yerini gökyüzünde onu selamlayan güneş aldı, artık kendi zamanına geri dönmüştü.

    Gözleriyle etrafı tararken sanki uzun yıllar kör olarak yaşayan bir insan gibi hissetti bir an için kendini. Arkasını döndüğünde tesisi fark etti, hala binalar sağlam bir şekilde duruyordu.

    “Acaba ne kadar zamandır buralarda değildim?” diye düşündü Serdar. O sırada birisinin yaklaştığını fark etti, ona doğru koşuyor gibiydi.

    “Ashriel!” diyebildi Serdar.

    Ashriel gerçekten de oradaydı, Sevgi’nin bedenindeydi. Çnce Serdar’a baktı bir müddet, sonra: “Bir gün geri dö-neceğini biliyordum, bu yüzden buradan hiç uzaklaşamadım.” diye anlattı.

    “Ne kadar zaman geçti Emre ile burada en son karşılaştığımdan?” diye sordu Serdar.
    “On ay geçti. Emre’nin nerede olduğunu da bilmiyoruz.”

    “Peki, Aziz Bey nerede? Onunla görüşmem gerekiyor acil olarak.”

    “Merak etme, önce eve gidelim. Temizlenmen gerekiyor.”

    Serdar ev derken Ashriel’in ne demek istediğini bir süre anlamayacaktı. Tesisin bulunduğu tepeden aşağıya inmeye başladılar ve uzun bir müddet konuşmadılar. Serdar sakince Ashriel’i takip ediyordu. Caddeye vardıklarında Ashriel taksi çağırmıştı ve böylece Ashriel’in ev olarak bahsettiği yere daha çabuk varabildiler.

    Serdar’ın Aziz Bey’den ikizler hakkındaki gerçekleri öğrenmeden önce geçirdiği trafik kazasının yakınlarında yer alan bir apartman dairesiydi. Ashriel, Serdar’ı dördüncü kattaki daireye götürdü.

    “Burası Sevgi’nin ailesinin ona aldığı bir evdi. Aslında Sevgi öldükten sonra ben onun bedeninde yaşadığım süre zarfında, onların kızı gibi yaşamaya devam ederken alınmıştı yani bana alınmış gibi oluyor bir nevi. Bazen arkadaşlarımla burada partiler düzenlendirdim, insanların arasına karışmak heyecan verici oluyordu.” diye anlattı Ashriel.

    Serdar rahat bulduğu kanepelerin birine oturmuştu. Ashriel de onun yanına yerleşti: “Bir süre burada saklanabiliriz, gerçi artık pek fazla birilerinden saklanmamız gerekmiyor olsa da. Tarikat tamamen dağıldı Benjamin ve Henry öldükten sonra.”

    “Henry öldü mü? Nasıl?” diye sordu birden Serdar.

    “Emre kalbini sökerek öldürmüş, bu sefer ölümü kandıramadı.”

    “Aziz Bey mi onu götürdü öteki tarafa?”

    “Hayır, Aziz Bey benim gibi aranıyordu o zamanlar ve yetkileri elinden alınmıştı. Geçici bir süre başka melekler onun görevlerini yapıyordu.”

    “şimdi ne durumdasınız yani hala aranıyor musunuz?”

    “İkimiz de kaçmaktan vazgeçtik ve kutsal heyet tarafından yargılandık. Yasalar önünde işlediğimiz suçları neden işlediğimizi anlattık. Çzellikle Cebrail’in ikna edici konuşmasıyla ve güvenilir tanık olması sebebiyle aklandık sonunda.”

    “Bu işte sevindirici bir haber, peki sana ve Aziz Bey’e unvanlarınız geri verildi mi?”

    “Evet, yani resmi olarak o yine usta meleklerden biri, ben de onu çırağıyım.”

    Serdar daha başka soru sormaya gerek duymadı ve Ashriel’e baktı sadece. Onu ne kadar özlemiş olduğunu düşündü. Ardından: “Gerçeği biliyorum, Ashriel. Çzümde bir melek olduğumu öğrendim.” dedi.

    Ashriel gülümseyerek: “Hala kaderinde kötülük yapmak olduğuna inanıyor musun?” diye sordu.

    Serdar gülümseyerek karşılık verdi ve daha fazla dayanamayarak Ashriel’i dudağından öptü. Sonra geri çekildi: “Çzür dilerim, gerçekten de sadece içimden geldi birden.”

    Ashriel bir şey demeden ayağa kalktı ve yatak odasına giden yolda Serdar’ı peşinden sürükledi. Yatak odasının kapısı kapandıktan sonra odadan yayılan enerji İzmir’in bir kısmında birkaç günlük elektrik kesintisine neden olacaktı.

    Ertesi günü kalktığında Serdar mutlulukla banyoya gidip yüzünü yıkadı ve dişlerini fırçaladı. Aynada saçını düzeltti. Mutfaktan gelen seslerden Ashriel’in kahvaltı hazırladığını tahmin etti.

    “Bakalım kahvaltı için neler hazırlamışsın?” diyerek banyodan çıktı. Mutfağa girdiğinde buzdolabından yumurta almakla uğraştığı için arkası dönük olan bir kadınla karşılaştı. Bir an için geçmişe döndü ve annesi olarak bildiği Meral Hanım ile karşılaştığını sandı.

    Kadın arkasını döndüğünde Serdar onu tanıdı: “Handan Hanım?”

    Handan Hanım, Sevgi’nin yani Ashriel’in bedenini kullandığı kızın annesiydi. Sadece bakışmakla geçen bir süreden sonra Serdar: “Sanırım kızınızın erkek arkadaşıyla böyle bir şekilde tanışmak istemezdiniz.” diyebildi.

    Ashriel o sırada mutfağa girerek: “Rahat olabilirsin, Serdar. Handan Hanım, gerçeği biliyor. Kızının öldüğünden haberdar ve bizim ne olduğumuzun da farkında.” diye açıkladı.

    “Gazetelerde kazadan sonra sizin ve eşinizin öldüğü yazıyordu ama.” dedi kafası karışan Serdar.

    “Onlara borçluydum, hele kaza esnasında kamyon şoförünü acımadan öldüren Emre’nin onlara zarar vermesini önlemek benim bir nevi görevimdi. Bu yüzden kazanın kaçınılmaz olduğunu fark ettiğimde onları koruma altına almış-tım. Yani zihinleri uykuya yatmıştı, bedenleri de ruhları kapsama alanı dışında olduğu için bir süreliğine ölmüştü. Gaze-telere göre ve resmi kayıtlara göre gerçekten de ölmüşlerdi ama sonra ben biraz meşgul olduğum için bu durumu düzel-tecek zaman bulamadım. Aziz Bey sağ olsun, ruhlarını bedenlerine geri yükleyip yaşamlarını onlara tekrardan verdi. Ardından ölü olarak bilindikleri için de yeni kimlik verdik onlara. İsimleri aynı kalsa da soyadları artık Ersoylu değil, Çzışık olarak değişti.” diye anlattı Ashriel.

    “Sevgi’nin öldüğüne ya da bedeninde başka birisinin yaşadığına dair bazen şüphelenirdim, özellikle mucizevî bir şekilde bitkisel hayattan kurtulmasına kimse bir açıklama getiremediği için. Artık gerçeği biliyorum, ama içim rahat çünkü öz kızımın güvende ve huzur içinde olduğunu öğrendim.” dedi Handan Hanım.

    “Peki, eşiniz nerede şimdi?” diye sordu Serdar.

    “Necdet iki ay önce kalp krizi geçirip öldü.” diye yanıt verdi Handan Hanım.

    “Çok üzüldüm.” dedi samimi bir şekilde Serdar.

    “Onu kaybedince ne yapacağımı bilemedim. Kendimi çok yalnız ve çaresiz hissetmiştim. Neyse ki kızım beni kur-tardı ve bana yeniden bir amaç verdi.” diye anlatmaya devam etti Handan Hanım.

    Ashriel’i artık kızı yerine koymuştu, ama Sevgi’nin yeri kalbinde hiçbir zaman değişmeyecekti. Ashriel’i Sevgi’nin ikiz kardeşi gibi görüyordu.

    “Bu duruma çok sevindim.” diyebildi Serdar.

    O sırada kapı çalmıştı. Ashriel: “Ben bakarım.” diyerek kapıya yöneldi. Serdar: “Bizim burada olduğumu bilen biri var mıydı?” diye sorunca Ashriel: “Yalnızca bir kişi.” diyerek yanıt verdi ve kapıyı açtı. Gelen Aziz Bey’di. Ama beden olarak kullandığı kişi ise Handan Hanım’ın iki ay önce kalp krizi geçirerek vefat eden eşi Necdet Bey’di.
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's website
    catboy
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Jan 19, 2007
    Posts: 3268
    Location: Izmir

    PostPosted: Tue Jul 28, 2009 12:35 pm Reply with quoteBack to top

    13. Bölüm “Melekler Evi”
    (On ay önce)

    Emre, Serdar’ın aniden gözünün önünden yok olmasına anlam verememişti. Aziz Bey ise: “Anlaşılan Serdar senden önce başardı zamanda geri gidebilmeyi.” dedi. Hala kıpırdayamıyordu Emily’nin hazırladığı melekleri hapseden tuzağı yüzünden.

    “Kes sesini! Hiç konuşmadan birkaç dakika bile duramaz mısın sen?” diye bağırdı Emre.

    “Ne fark edecek ki? Eğer Serdar zamanı değiştirmeyi başarırsa bunlar hiç yaşanmamış gibi olacak.” diye karşılık verdi Aziz Bey.

    “Senin susmaya niyetin yok galiba.” diyerek Emre, Aziz Bey’e doğru ilerledi.

    “Seni öldüremem ama en azından biraz acı çekmeni sağlayacak birkaç yeteneğimin olması lazım.” dedi ve alev oluşturduğu sol elini havaya kaldırdı. Tam Aziz Bey’e doğru alevleri tutacaktı ki arkadan gelen birisi Emre’yi bileğinden yakaladı: “Bunu yapmayı istemezsin.”

    Ashriel daha çok sıkmaya başladı Emre’nin bileğini ve alevler tamamen sönene kadar da bileği bırakmadı. Bir süre sonra Emre’nin acı çektiği yüzünden belli olmaya başladı. Emre çektiği acılara daha fazla dayanamayıp yere yıkıldığında da Ashriel, Aziz Bey’i hapseden büyülü kapanı bozdu elinden hafifçe Aziz Bey’in üstüne serpiştirdiği ışık demetleri saye-sinde.

    “Gelmene sevindim, Ashriel. Hadi buradan gidelim artık.” dedi Aziz Bey. Ama Ashriel’in gitmeye niyeti yoktu: “Ya Serdar geri dönerse ne olacak?”

    “Elbet geri dönecektir, eğer olayları gerçekten de düzeltmek istiyorsa en başa gitmek isteyecektir. O zaman da zamanın akışını bozamayacağını anlayıp bu zamana geri dönecektir. Bu iki boyut arasındaki zaman farkını hesaba kat-tığımızda yaklaşık 9–10 ay gibi bir zaman dilimine denk gelir.” diye yanıt verdi Aziz Bey.

    Ashriel daha başka bir şey demeden Aziz Bey’i takip etmeye başladı. İkisi Emre’yi baygın bir vaziyette bırakıp gitti-ler.

    ***

    (şimdi)

    “Yani Emre’yi o halde bırakıp gittiniz mi? Sonra onun nereye kaybolduğunu da öğrenemediniz mi?” diye sordu Serdar.

    “Ne biz Emre’yi öldürebilirdik ne de o bizi. Savaşmanın bir âlemi yoktu, o kendine gelmeden oradan ayrılmak daha mantıklı gelmişti.” diye yanıt verdi Aziz Bey.

    O sırada Handan Hanım tepsiyle çay ikram ediyordu. Kadın için çok garip bir duyguydu, evinde misafir melekler kalıyordu ve onlara çay servisi yapıyordu. Aziz Bey teşekkür ederek çay bardağını eline aldı. Handan Hanım meraklı gözlerle ölen kocasının bedenini kullanan meleği inceliyordu ki o meleğin aynı zamanda Azrail olduğu gerçeği olaya daha farklı bir boyut kazandırıyordu.

    Ashriel ise mutfakta bulaşıkları yıkamaya yardım ediyordu. Çzellikle Serdar döndükten sonra kendini daha rahat hissediyordu. İnsanların arasında bu kadar zaman geçirdikten sonra artık yavaşça insanlardan bir farkı kalmadığını dü-şünüyordu. Onlar gibi sevdikleri için endişeleniyordu, onlar gibi onun da korkuları ve zaafları vardı. Gitgide daha fazla insan olmaya başlıyordu.

    Handan Hanım tepsiyi masaya yerleştirip bulaşıkları yıkama işine geri döndü. Ashriel: “Ben gerisini halledebilirim, isterseniz siz dinlenin. Bugün çok yorulmuş olmalısınız.” dedi samimi bir ses tonuyla.

    “Aslında iyi olurdu, iyi bir uykuya çok ihtiyacım var.”

    “Tamam, siz dinlenin. Ben hallederim kalan işleri.”

    Handan Hanım içinden gelen bir duyguyla Ashriel’e sarıldı ve onu alnından öptü: “Teşekkür ederim, kızım.”

    Serdar, Aziz Bey ile son durumu tartışıyordu: “Emre’nin de gerçeği bilmesi gerekiyor. Kendini şeytan’ın oğluyum sanıp kötülük tuğlalarını üst üste konmayı sürdürmesine engel olmalıyız.”

    “Gerçeği senin gibi kabul etmesi kolay olmayacaktır, kötü biri olmaktan zevk alıyor artık. Kendi yolunu çizmiş, geri döndürmesi çok zor olacaktır. Hem geri dönse bile senin gibi aramıza kabul görülmesi de biraz sıkıntı yaratacaktır.”

    “Ama damarlarımda hala şeytan kanı dolaşıyor, bunu değiştiremedim ki. Eskisi gibi bir melek değilim artık. Em-re’den farkım yok benim.”

    “Eskiden bir melektin, önemli olan bu işte. Hala eskiye dönebilirsin, her şey bizim elimizdedir.”

    “Cebrail bana inandığını söylemişti, sen de bana inanıyorsun ve en önemlisi Ashriel de bana inanıyor hem o önceden de bana inanıyordu, diğer melek arkadaşlarına karşı çıkmaktan çekinmedi ve onların kendisini dışlayacağını bilerek yaptı bunu.”

    Ashriel de mutfakta işlerini bitirdikten sonra yanlarına geldi: “Handan Hanım içeriye geçti, biraz dinlenecek de.”

    “Tamam o zaman, biz de daha sessiz konuşalım da rahatça dinlensin.” diye belirtti Aziz Bey.

    Ashriel, Serdar’ın yanına oturunca Serdar, Ashriel’in elini tuttu farkında olmadan. Ashriel’in bu durum hoşuna git-mişti. Serdar ne olduğunu anlayınca elini çekti hemen utanarak. Aziz Bey gülümseyerek: “Benden çekinmene gerek yok.” dedi.

    Ashriel öksürerek bir şey demek istediğini belirtti. Sonra: “Ben aslında bir şey söylemek istiyordum. Bunca yıl in-sanların arasında yaşadık, artık bir insandan farkımız kalmadı. Hele Serdar, uzun yıllar kendini bir insan sanarak büyüdü. Diyorum ki madem insanların kurallarına göre yaşamımızı sürdürdük, onlara uymaya devam edelim.” dedi.

    “Sanırım ben anladım ne demek istediğini.” dedi Aziz Bey gülümsemesi yüzünde gitgide yayılırken.

    “Ben pek anladığımı söyleyemem.” dedi Serdar kafası karışarak.

    “Evlenmekten bahsediyor sanırım.” diye belirti bu sefer Aziz Bey.

    Serdar birden ayağa kalkarak: “Gerçekten mi? Benimle tüm geri kalan ömrünü birleştirmek mi istiyorsun?” diye sordu Ashriel’e.

    “Evet, eğer bu tüm melek güçlerimin alınıp insan olarak yaşamamı gerektirecekse bile seninle evlenmek istiyorum.”

    “Ne demek istiyorsun?”

    “Eğer iki melek insanların arasında onların geleneklerine uygun bir şekilde yaşamlarını birleştirirse, bu insanlar gibi geri kalan ömürlerini sürdürmek istediklerini gösterir. Yani insan olarak yaşarsınız, tüm melek özelliklerinizi kaybedersiniz ve yıllar sonra zamanınız geldiğinde insanlar gibi ölürsünüz.” diye açıkladı Aziz Bey.

    “Böyle bir çılgınlık yapalım mı? Bunca yıl insanların arasındaydık, artık kendimi bir melek değil de bir insan olarak görüyorum. Bunu benim gibi sen de hiç düşünmedin mi? Yeniden bu olayların öncesindeki yaşamına geri dönmek, insanlar gibi hayatını sürdürmek istemedin mi?” dedi Ashriel hevesle.

    “Bir zamanlar kendimi insan olarak görüyordum, kendimi insan sanıyordum ve o zamanları düşünüyorum da sanırım daha mutluydum ve huzurluydum. Eğer böyle bir şeyi gerçekten de istiyorsan, ben de istiyorum ve seninle evlenip insanların arasında hayatımı sürdürmekten yanayım senin gibi.” diyerek karşılık verdi hiç düşünmeden Serdar.

    “O zaman hayatınızın geri kalan mutlu günlerinize kaldırıyorum.” dedi Aziz Bey ve çayından kalan son yudumları da içti.
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's website
    catboy
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Jan 19, 2007
    Posts: 3268
    Location: Izmir

    PostPosted: Wed Jul 29, 2009 3:09 pm Reply with quoteBack to top

    14. Bölüm “Çzgürlüğün Fısıltısı”

    Sahil kenarında gazetesini okuyordu, zaten dikkatini çeken tek bir haber olmuştu: Soul ailesine ne oldu?

    “Gizemlerle dolu bir geçmişi olan Soul ailesinden Emily, Henry ve Zeliha hala bulunamadılar. Yıllar önce Benjamin’in ölümünün ardından ortaya atılan aslında ölmemiş olduğu dedikoduları, Henry’nin önce öldü sanılıp sonra ortaya çıkması ve isimsiz bir tarikat ile ilgili asılsız bir takım iddialarda bulunduktan sonra gözden kaybolması Soul ailesinin basında çok fazla bahsedilmesine neden olmuştu...”

    Gazeteyi okumayı bıraktığındaysa Emre’nin yüzü ortaya çıktı. Sonra sahil kenarında yürümeye başladı. Güneşin batışını izlerken arkasından biri seslendi. Yaşlı bir adam ağır gelen poşetlerini taşıması için Emre’den yardım istiyordu: “Genç, bana yardım edebilir misin?”

    Emre yapacak başka bir işi olmadığı için yaşlı adama yardım etmeye gitti, aslında birisinin onunla konuşmasından memnun da olmuştu. Emre adamın poşetlerini taşırken yaşlı adam: “Çok teşekkür ederim, genç adam. Bugünlerde iyi birilerine rastlamak iyice zorlaştı.” diye belirtti.

    Emre bir şey demedi, sadece başını sallamakla yetindi. Yaşlı adam bu sefer: “İsmini öğrenebilir miyim?” diye sordu.

    Emre bir süre yanıt veremedi, ardından önce tereddüt ederek: “Samma... Em... Emre, evet Emre olacak. İsmim bu.” diyebildi.

    “Emre, benim adım da Cem. Memnum oldum.” diye karşılık verdi yaşlı adam.

    “Aslında pek konuşmaktan hoşlanmam, sadece evinizin yerini gösterin. Ben de poşetlerinizi taşımanıza yardımcı olurum, ama konuşma havasında değilim.” dedi Emre.

    “Aklından neler geçiyor, biliyorum evlat. Pişmanlık duyuyorsun değil mi?” dedi birden Cem Bey.

    “Efendim? Ne pişmanlığı?”

    “Bunca yıllık ömrümde şu anda taşıdığın o yüzden çok gördüm. Bu yaptıklarından pişman olmuş birisinin yüz ifa-desidir. Eğer gerçekten pişmansan her zaman geriye dönmenin bir yolu bulunur.”

    “Yanılıyorsun, pişman değilim. Olmayacağım da. Yaptıklarıma inanarak yapmıştım.” diye kendini savundu Emre.

    “Ben neler yaşadığını bilemem, evlat. Hemen kızmana gerek yok, ben sadece söylüyorum. Eğer yaptıklarından suçluluk duyuyorsan, bu duyguyla yaşayamazsın. Senin içini kemirir ve her nefes aldığında acı çekersin. Çnceden yap-tıklarına bir bahane buluyor olabilirsin, ama belki de sonradan bahanenin bir dayanak noktası olmadığını anladığında pişmanlığın daha da fazla büyüyecek yüreğinde.”

    Emre poşetlerini sert bir şekilde yere bıraktıktan sonra: “Buraya kadar, size iyi günler efendim.” dedi ve yaşlı adamı ağır poşetleriyle geride bıraktı. Hızlı adımlar atarak yaşlı adamdan hemen uzaklaşmak istiyordu.

    “Pişman olduğun sürece asla tam manasıyla özgür olamazsın, evlat.” dediğini duydu yaşlı adamın en son.

    ***

    Deniz kenarında kumların üzerine uzanmış yatıyorlardı Serdar ve Ashriel. Ashriel yosun yeşili rengindeki mayosunu çekiştirip duruyordu: “Bu biraz dar geliyor ya.”

    Serdar, Ashriel’i omzundan öperken: “Bence seni daha seksi gösteriyor.” dedi.

    Ashriel, Serdar’a kum sıçratarak: “Arsızlaşmayalım lütfen.” dedi, sonra ayağa kalkarak: “Ben denize giriyorum, tat-lım.” dedi.

    “Peki, hayatım. Ben de birazdan sana eşlik ederim.” dedi gözlerini kapatırken Serdar.

    “Uyuyakalma, güneş yakar sonra. Hiç anlamazsın bile.” diye uyardı Ashriel denize girerken.

    Serdar, Ashriel’in uyarısını pek ciddiye almamıştı ve yorgun gözleri daha fazla dayanamadı, sonunda Serdar sıcak kumların üstünde uyuyakaldı.

    “Artık uyumanı dört gözle bekler oldum.” dedi Emre birden. Emre uyuyan kişilerin zihinlerine girebiliyordu. Bu sa-yede Serdar ile konuşabiliyordu.

    Serdar: “Böyle saklanmana gerek yok, Emre. İstersen bizi ziyaret edebilirsin her zaman. Kimse sana artık kızgın değil.” diye belirtti.

    “Neden bu çatıyı seçtin bu sefer? Burada o elçi lakaplı iblisle savaşmıştık değil mi?” diye sordu Emre.

    “Rüyalarımda pek tercih hakkında bulunamıyorum, zihnim kendisi beni götürüyor istediği yere. Belki sen rüyamı daha ilginç kılabilirsin.”

    “Mutlu olmana seviniyorum, Serdar. Bencil biri değilim, kıskanç biri de. Sizi ikinizin mutlu olması beni de mutlu ediyor.” dedi bu sefer Emre.

    “Sen de mutlu olabilirsin. Bırak bu inadı. Hala anlattıklarıma inanmıyor musun?”

    “Sadece keşke daha önceden bilseydim diye düşünüyorum hep. O zaman aslında bir melek olduğum gerçeğini öğ-renmiş olsaydım bu kadar kişinin canını almaz ve şeytan’ın kuklası olarak hayatımı mahvetmezdim.”

    “Ben şanslı olandım, eğer ben de senin gibi iyi bir ailenin yanında büyümemiş olsaydım senin yaptıklarının aynısını yapmış da olabilirdim. Bu yüzden gerçekten de pişmansan affedilebilirsin, kendini yalnızlığa kelepçeleme. Çzgür bırak kendini artık.”

    “Bunu yapamam, Serdar. Çünkü hak etmiyorum.”

    “Böyle söyleme.”

    “Ama böyle. Onları yaparken gerçekten de zevk alıyordum. Kötü biri olmak çok hoşuma gitmişti ve bunu kabul-lenmiştim artık.”

    Emre ile Serdar birbirlerine baktılar bir süre sadece. Sonra Emre: “Sanırım veda bölümüne geldik.” dedi gülümse-meye çalışarak.

    “Nasıl yani? Bir daha beni görmeye gelmeyecek misin rüyalarımda bile olsa?” diye sordu Serdar.

    “Hiç belli olmaz. Belki bir gün yine karşılaşırız, kardeşim. Umarım sana kardeş demem de bir sakınca yoktur. Çünkü sen benim bu hayattaki tek tanıdığımsın.”

    “Tanıdıktan da öteyiz biz, Emre. Aynı kaderin yolcusuyduk, sadece ben seçim hakkımı kullandım. Sen ise kaderine razı olmuştun.”

    “Elveda, Serdar. Benim için de mutlu ol ve hayatı insan gibi yaşa.” dedi Emre ve Serdar’ın zihninden uzaklaştı.

    Serdar uyandığında kendini sahil kenarındaki evinin odasında buldu. Yatağından doğrulduğunda acıyla bağırdı. Fazla güneş altında kalmaktan dolayı bedeni kıpkırmızı kesilmişti. Ashriel elinde buz dolu torbayla odaya girdi: “Seni uyarmıştım ama.”

    Buz dolu torbayı alev alev yanan alnına tutan Serdar: “Emre beni ziyarete geldi yine.” dedi.

    “Bu sefer ne dedi? Hala inat mı ediyor? Deseydin ağabeyimin kutsal heyet ile görüştüğü, eğer belli koşulları yerine getirirse affedileceğini söylediklerini.”

    “Hepsini anlattım kaç defa, ama önce onun kendisini affetmesi gerekiyor. Bu sefer son defa beni ziyarete geldiğini söyledi. Bir daha beni rahatsız etmeyecekmiş.”

    “Senin için üzüldüm, ne olursa olsun siz ikiniz kardeşten öte bir bağa sahiptiniz.” dedi Ashriel samimi bir ses tonuyla.

    “Sadece mutlu olalım, artık her şey sona ersin istiyorum. Mutlu bir sonu hak ediyoruz değil mi?” dedi Serdar göz-yaşlarını tutamayarak.

    Ashriel, Serdar’ın elini tutarak: “Zaten mutluyuz ve bunu çoktan hak etmiştik.” dedi ve Serdar’ın dudağına hafif bir öpücük kondurdu.

    ***

    (Bir ay sonra - Manisa Akıl Hastanesi)

    Manisa Akıl Hastanesi’nde tekrardan çalışmaya başlayalı altı ay olmuştu Simay için. Damadının trajik ölümünün ardından kızı Damla’nın kaybolmasıyla iyice yıkılmıştı ve arama çalışmalarının da başarısızla sonuçlanması daha da kahrediyordu. Yıllardır kendisini görmeye gelmeyen oğlu Egemen’e ulaşmaya çalışmış, ama ondan da haber alamamıştı.

    şimdi yine hastanede hemşire olarak çalışıyordu. Bahçede tek başına tavla oynayan hastasına ilacını vermeye gitti: “Al bakalım, Emre. İlaç vaktin geldi.”

    Emre tavladan gözlerini kaldırarak hemşireye baktı: “İlaç şart mı gerçekten de?”
    “Biliyorsun bu senin iyiliğin için.” diye belirtti Simay.

    Emre, hemşirenin uzattığı ilaçları içti ve yeniden tavla oyununa geri döndü. Simay: “Aslında tavlayı karşılıklı oynarsan daha çok keyif alabilirsin.” diye önerdi.

    “İlaçları verdiğine göre artık beni rahat bırakabilirsin sanıyorum.” dedi Emre tavladan gözünü ayırmadan.

    “Peki.” dedi Simay ve Emre’nin yanından uzaklaştı.

    “Hemşireye kaba davranmamalısın.” dedi birden Emre’ye yaklaşan biri.

    Emre başını kaldırdığında Henry’i gördü. Açık gri renkte bir takım elbise giymiş, tıraş olmuştu. Kravat takmayı da ihmal etmemişti.

    Emre: “Burada değilsin, sen öldün. Sanırım ilacımın dozunun artırılması gerekiyor.”dedi.

    “Belki de artık kefaretini ödemen gerekiyordur. Kaçamazsın, Emre. Bir sürü suç işledin, kötülük yaptın. Bir sürü in-sanın canını aldın. Yine de sakince yaşamını sürdürebileceğini mi sanıyordun? Kurtarılmak istiyorsan bir bedel ödemen gerekecek.” diye anlattı Henry.
    “Kalbini söktüğümde çok canın yanmış mıydı?” diye sordu birden Emre.

    “Kısmen. En azından birkaç saniye sonra pek acıyı hissedecek halde değildim.” diye yanıt verdi Henry.

    “Buraya niye geldin? Benim iyiliğimi düşünüyor olamazsın herhalde.”

    “Beni buraya sen çağırdın. Affedilmek istiyorsun, bunun için de önce geçmişinde yaptığın hataları telafi etmen ge-rekiyor.”

    “Hayır, artık beni rahat bırak. Git, Aziz Bey ile basketbol maçı yap ya da annen ile babanı Cennet bahçelerinde birkaç tur dolaştır. Ne bileyim, Cennet’te ne yapılabiliyorsa hepsinden birkaç defanın karesi kadar yap işte.”

    “Çzgür olmak senin elinde, Emre, sadece önce bunu istiyor musun ona karar ver.” diye ısrar etti Henry.

    Emre ayağa kalkarak hemşire aramaya başladı: “Hemşire, bu adamı istemiyorum. Alın başımdan.”

    Emre, Henry’e baktığında Henry’nin yavaşça başka birine döndüğünü fark etti. Emily boynunu ovaladıktan sonra: “Merhaba, katilim ile yüzleşmek için ne güzel de bir gün seçmişim değil mi?” dedi.

    “Çok üzgünüm, Emily. Seni kullandım, seni kötülüklerime alet ettim. Ama anlamalısın. O zamanlar bazı gerçekleri bilmiyordum. Meğersem benim şeytan ile bir bağım yokmuş, hepsi onun zihin oyunlarından ibaretmiş.”

    “Bana ne, senin bağlı olup olmadığın kişilerden. Ben sadece bir bedel istiyorum ve onu alacağım da.”

    “Haklısın ama sen de az değildin. Aziz Bey’e o cadı usulü tuzak hazırlayan sendin, Damla’yı da öldürmek için eşine olan özleminden faydalanacak kadar adi olan da sendin.”

    “Kendin savaşmak yerine bizi öne süren sendin. Çünkü Serdar ile teke tek karşılaştığında yenileceğini biliyordun.”

    “Hayır, bu doğru değil.” diye bağırdı Emre.

    “Doğru da yanlış da duruma göre değişir. Ama bazı doğrulardan kaçamazsın, aynen şu anda istesen de kaçamaya-cağın gibi. Bir bedel ödenmeli, Emre.”

    Emre: “Bir bedel ödemem gerekmiyor. Hak ettiklerimi almak için uğraştım ben, sahip olmam gerekirken benden alınan şeyler içindi tüm savaşım. Asıl bana ödenmesi gereken bir bedel olmalı eğer bir bedelden söz edilecekse.” diye karşı çıktı.

    “Bedelini ödeyeceksin, Emre.” demeye devam etti Emily. Emre ise çıldırmaya başlıyordu: “Hemşire yok mu? Alın şu kaltağı gözümün önünden.”

    Simay, Emre’nin bağırtısını duyunca yanına gitti: “Kiminle bağrışıyorsun?”

    “Hiç kimse, sadece bağırmak istedim.” dedi tereddüt ederek Emre. Çldürdüğü kişilerin hayalleri bir süre için uzak-laşmıştı Emre’nin zihninden.

    “Eğer istersen doktorunla görüşebilirim, ilacının dozunu yükseltebiliriz.” diye önerdi bu sefer Simay.

    “Ger çekten mi? Bu çok harika olur, zihnimi uyuşturmam gerekiyor. Onları uyandırmamalıyım çünkü yoksa bütün gün başımın etini yiyorlar.”

    Simay anlamış gibi yaptı sadece ve Emre’nin yanından ayrıldı. Emre ise tavlasına geri döndü, siyah pullardan birini eline aldı ve beyaz pullardan birinin üstüne koydu. Keyifle: “Sonunda seni yendim.” dedi.

    3. Cildin Sonu
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's website
    catboy
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Jan 19, 2007
    Posts: 3268
    Location: Izmir

    PostPosted: Wed Jul 29, 2009 9:44 pm Reply with quoteBack to top

    CİLT 4 - KEFARETİN BEDELİ!

    Henry Soul, bardağına viski doldurduktan sonra masasının üzerine bıraktığı zarfı eline aldı ve odada onu bekleyen görevliye teslim etti: “Belirttiğim tarihte kişiye ulaşır değil mi?”

    Görevli on yedi yaşlarında ve sarı saçlıydı. Ceketinin arkasında vahşi bir ördek türüne ait bir resim vardı ve altında da “Yeter ki siz ulaşmak isteyin” yazıyordu. Zarfı sıkıca tutarken: “Adresi değişmiş bile olsa belirttiğiniz tarihte zarfı ulaş-tırmış oluruz.” dedi genç adam.

    “Zaten o tarihte tam olarak onun nerede olacağını tahmin edemem, bu yüzden sizden yardım alıyorum. Bu zarfın o tarihte ulaşmasının benim için çok önemli olduğunun farkındasınızdır umarım.”

    “Hizmetimizden her zaman memnun kaldınız, Bay Lous. Bize güvenebilirsiniz.” dedi genç adam.

    “İsmin Murat idi değil mi?”

    “Evet, efendim.”

    “Başka bir şey yoksa artık çıkabilirsin, Murat.” dedi Henry viskisinden bir yudum alırken.

    “Aslında bir de doldurmanız gereken bir kâğıt vardı. Sadece isminizi yazmanız ve altına da imzanızı atmanız yeterli olacaktır.” dedi Murat kâğıdı Henry’e uzatarak.

    Henry, kâğıdın isim kısmına Leonard Lous diye yazdı. İmzasını attıktan sonra Murat’a kâğıdı uzattı. Murat: “Gadwall Kargo size iyi günler diler.” dedi gülümseyerek ve odadan çıktı.

    Görevli çıktıktan sonra Henry’nin telefonuna Gökçe Dallas diye birisinden mesaj geldi: “Onları buldum. Ne yapmamı arzu edersiniz?”

    Henry hemen karşılık olarak: “Onları malikâneye getir.” diye mesaj yazdı ve gönderdi.

    ***

    Devam Edecek... Çlüm Zamanı yeni bölümleri ile Eylül ayında sizlerle beraber olacaktır...
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's website
    Display posts from previous:      
    Post new topicReply to topic


     Jump to:   



    View next topic
    View previous topic
    You cannot post new topics in this forum
    You cannot reply to topics in this forum
    You cannot edit your posts in this forum
    You cannot delete your posts in this forum
    You cannot vote in polls in this forum


    Powered by phpBB © 2001 phpBB Group

    :: HalloweenV2 phpBB Theme Exclusive ::
     
    FRPWorld.Com ülkemizdeki fantezi edebiyatı ve frp sevenleri bir araya getirmeyi amaçlayan bir web sitesidir. 2003 yılında kurulmuş olan sitemiz kullanıcı ve yöneticilerimizin katkıları ile büyüyüp Türkiyenin en büyük frp sitelerinden birisi olmuştur. Galerisi, indirilecekler kısmı, akademisi, yazarları ile sitemiz tam bir frp hazinesidir. FRPWorld sizin de desteklerinizle böyle olmaya devam edecektir. FRP'nin doyumsuzca yaşandığı bu diyara hoş geldiniz.

    FRPWorld, yeni bir frp dünyası


    Sitede bulunan yazı, doküman ve diğer içerikler siteye ait olup başkaları tarafından kopyalanması, dağıtılması ya da ticari amaçla kullanılması yasaktır.
    Siteye yapmış olduğunuz katkılar frpworld.com'un olup bunları yayınlama ya da yayınlamama hakkı site yöneticilerine aittir.


    Sayfa Üretimi: 0.86 Saniye