Frp World Ana Menü
  • Frp World
    » Anasayfa
    » Forum
    » Anketler
    » Akademi
    » Kitap Tanıtımları
    » Haber Arşivi
    » Haber Gönderin
    » Makale Gönderin

  • Üyelere Özel

  • Kişisel
    » Hesabınız
    » Özel Mesajlar
    » Üye Listesi
    » Üye Arama
    » Siteden Çıkış

  • Site Bilgileri
    » Top10
    » Site Hakkında Yorumlarınız
    » İstatistikler
    » Destekleyen Siteler

  • Kullanıcı Menüsü
    Hoşgeldin, Diyar Gezgini
    Üye Adı
    Şifre
    (Kayıt Ol)
    Üyelik:
    Son Üye: petrovz358f
    Bugün: 14
    Dün: 35
    Toplam: 90378

    Şu An Bağlı:
    Ziyaretçi: 862
    Üye: 1
    Toplam: 863

    Şu An Bağlı:
    01 : petrovz358f

    KAYIP DÇNYA Sırları 1.Kitap - SEÇİLMİş OLAN (Bölüm 1)




    Nadir yaşamlar arkasında iz bırakır. Nadir zamanlar hatırlanmaya değerdir.

    Zaman kelimelerden ibarettir, yazılmayan bir zaman sadece yaşanır, sonra unutulur gider. Ama kelimeler ölümsüzdür.
    Yaşam bittiğinde geriye sadece kelimeler kalır. Çnemli olan yaşanan zamanı hatırlanmaya değer kılmaktır.

    Ancak bazı yaşamlar, başkalarının elindedir...
    Merivia halkları binlerce yıldır bu maceranın başlamasını bekliyordu...


    Giriş Toebran'lı barbarlar fertlerini savaşa uğurlamak için Varoluş Tepesi'nde toplanmışlardı.
    Kutsal kabul edilen Varoluş Tepesi barbar kavmi Thargor'un doğduğu yerdi, barbarlar var olduğu sürece de ellerinde olacaktı. Barbarlar ölülerini daima atalarının yanlarında olmaları için bu tepeye gömerlerdi. Esasen hüznün egemen olduğu tepenin sükûneti geleneksel tören için coşkulu bir havaya bürünmüştü. O gece Varoluş Tepesi'nde barbarların savaşta yanlarında olmaları için atalarına ulaştırdıkları dualar yankılanıyordu.
    Toebran'lı demirci Dunbar atını vakur bir edayla Varoluş Tepesi'nin yamaçlarına doğru sürerken ailesi de yanından yürüyerek ona eşlik ediyordu. Dunbar gece göğündeki yıldızlar kadar çok meşale ışıklarıyla aydınlanan tepeye baktı. Atalarının mezarı başında dualarını ederek içleri kutsal bir huzurla ve moralle dolmuş geri dönen ailelere baktı. Bakışlarını ağırbaşlılıkla yanından yürüyen, beraber savaşa gideceği oğullarına indirdi.
    "İçiniz gururla dolsun evlatlarım." dedi oğullarından iftihar ederek. "Atalarınızdan, damarlarınızdaki kandan övünün. Siz Brogar ve Haleg'in torunlarısınız."
    Dunbar'ın dört oğlu da başlarını kaldırarak duygularını sessizce dile getirdiler. Babalarının gurur duyacağı her şeyi düşünmeden yapmaya hazırdılar.
    Arkalarından arada mesafeyle ailenin kadın fertleri yürüyordu. Dunbar'ın genç kızı Jilbera da babasının atının arkasından kardeşlerini takip ediyordu. Kız adımlarını hızlandırarak yaklaştı, "Atalarımızı kendi halkımız öldürdü! şimdi onlar için kanımızı akıtmamalıyız!" deyiverdi aniden.
    "Jilbera!" diye seslendi annesi hiddetle, kızının yanına koşarak omuzundan tuttuğu gibi geriye çekti. "Ne cüret..."
    Dunbar duymamazlıktan gelerek başını öne eğdi ve atını sürmeye devam etti.
    "Biz savaşarak ölmek için doğduk Jil." dedi ağabeyi omuzunun üzerinden bakarak. "Bu bir fırsat."
    "Çlmenizi istemi-"
    Jilbera'nın sözü annesinin tokadıyla kesildi. Yolda törenin ciddiyetiyle sessiz sessiz ilerleyen diğer aileler başlarını çevirerek kınayan bakışlar attılar. Dunbar da sinirle birbirlerine girmek üzere olan karısına ve kızına dönerek bağırdı. "Kesin şunu! Beni utandırmayın!"
    Dunbar kızının hıçkıra hıçkıra ağladığını duydukça morali bozuluyordu. Bir baba olarak kızına gösterdiği ilgi ve şefkatten pişmanlık duymaya başlamıştı. Bir barbar savaşçı olmak için doğardı, aile yaşamı onlara göre değildi. Sürekli savaşmak, ölümün bir riskten öte bir kader olduğuna inanmayı gerektiriyordu. Bir barbar öldüğünde geride gözü yaşlı kimseyi bırakmamalıydı, çocuğunun onu sevmesi yerine ondan nefret etmesini dilemeliydi.
    "Bu binlerce yıl önceydi." dedi Dunbar, başını kaldırarak atalarının mezar yerine, Varoluş Tepesi'ne baktı. "O hazin olay tıpkı Brogar'ın kılıcı gibi yok oldu, unutuldu gitti." 1
    Bilgeağaç
    Elflerin gözyaşları
    Sabahın ilk ışıkları Sylvanor'un yemyeşil örtüsünü delerek altındaki büyüleyici güzellikleri aydınlatmaya başladığında küçük elf çocukları neşe içerisinde Sylvanor'un beyaz mermer yollarında koşuşturuyorlardı.
    Mermer yollar binlerce yıl önce aşağı ırkların elflere hizmet etmek için yaratıldığı zamanlarda cüceler tarafından yapılmıştı. Tıpkı yemyeşil ağaçların, rengarenk çiçeklerin içerisinde elmas gibi parlayan beyaz binalar gibi büyük Sylvanor topraklarındaki yapıların çoğu cüce ustalarının işiydi. Sylvanor'un ebedî halkı elfler, çok uzun zaman önce aşağı ırklara -insanlara, cücelere ve buçukluklara- dünyanın geri kalan bölümüne yayılarak kendi yurtlarını kurmaları için özgürlüklerini vermişlerdi. Elflerin hayat felsefelerine göre herkes özgürdü, buna öyle çok inanıyorlardı ki tanrıların armağanlarını bile geri çevirmişlerdi. Elfler ta o zamandan beri dış dünyayla ilişkilerini neredeyse tamamen koparmıştı. Hiçbir elf cennet gibi güzel Sylvanor'u terk etmeyi aklından geçirmiyordu bile, dünyadaki iyiliğin ve güzelliğin sembolleri olan elflere göre bile Sylvanor inanılmayacak kadar güzeldi.
    Güneş yükselerek sabah göğünün soluk mavisini canlandırdıkça elf çocuklarının çoğu Nowan-Kai nehrinin bittiği yerde öbek öbek toplanmışlardı. Nowan-Kai elfçede gözyaşı anlamına geliyordu ve bu ismi elflerin atalarının akıttığı göz yaşlarıyla almıştı.
    Elfler için zaman, hüzün ve gözyaşı zamanıydı.
    Çlümün kolları çok uzun süredir elflerin de üzerindeydi. Elflerin özgürlüklerini verdiği insanlar barış ve huzur içindeki Merivia'ya savaş ve yıkım getirmişler, iyilikle dolu elf kalplerine şer sokmuşlardı. Çlümsüzlüğün sembolü Gençlik Pınarı'nın gümüş suları akmaz olmuş, ağaçlar ve bitkiler yaşlanıp ölür olmuştu. Tıpkı özlerini doğanın can damarlarından, ağaçlardan alan elfler gibi...
    Elfler ölen sevdikleri, yakınları, akrabaları için binlerce yıl gözyaşı dökmüş, bütün bu kederlerine sebebiyet veren insanlara lanet etmişlerdi. Efsaneye göre Nowan-Kai nehri elflerin hüzün ve isyan dolu göz yaşlarından oluşmuştu, ama o koskoca nehir bile elflerin kalplerindeki acıyı ifade etmeye yetmezdi. Herşeye rağmen elfler inançlarını yitirmemişlerdi. Tabiat tanrıçası Astra'ya olan imanlarını, tıpkı ölümsüz oldukları zamanlardaki gibi her sabah erkenden uyanıp güneşin doğuşunu seyrederek gösteriyorlardı. Bu çok eski bir adetti, güneş doğarken bütün elfler Astra'ya dua eder, binlerce yıldır çektikleri acının son bulması için yakarırlardı.
    Küçüğüyle büyüğüyle yüz kadar elf çocuğu, her sabahki gibi güneşin doğuşunu izleyip hep bir ağızdan dualarını ettikten sonra içleri huzurla ve umutla dolmuştu. Çocuklar güneşin doğuşunu kutlarcasına hep bir ağızdan şarkı söyleyen kuşlar gibi şendiler. Kimi hoplaya zıplaya koşuşturuyor, kimi arkadaşıyla konuşuyor, kimi de bağıra bağıra şarkı söylüyordu. Ama hepsinin gittiği yer aynıydı.
    Bilgeağaç onları bekliyordu.
    Zamanın başlangıcından beri var olan yüce ağaç, binlerce yıldır her sabah olduğu gibi küçük, sevimli elf çocuklarıyla birlikte olacağı için mutluydu. Onların meraklı sorularını cevaplamaktan, onlara hikayeler anlatıp beraber şarkı söylemekten çok keyif alıyordu. Her sabah çocukların cıvıldayan seslerini duymak, en azından herşeyin yolunda gittiğini düşündürdüğünden Bilgeağaç için bir sevinç kaynağıydı. O sabah da güneş ışınlarının gökyüzüne doğru yükselen dallarındaki yapraklarını ısıttığını hissetmişti, o sabah da kuşların şarkılarıyla uyanmıştı ve elf çocuklarının neşeli kahkahaları kulaklarına geliyordu işte.
    Nowan-Kai nehrinin bittiği yerden yukarı doğru çıkan çocuklar, Bilgeağaç'ın ayrı bir ağaç büyüklüğündeki kollarının onları kucaklamak istercesine açıldığını gördüler. Yüce ağacın gövdesindeki ağaç kabuğundan yüz hatları yine sevecen, güler yüzlü birine aitti. Küçük bir mağara büyüklüğündeki ağzı esnemek için kocaman açılmıştı.
    "Gelin, gelin çocuklarım." dedi Bilgeağaç, çocukların bağırışları üzerine gürleyen bir sesle. Çocuklar neşeyle beşer onar Bilgeağaç'a sarılıyor, yaşlı kabuklarını okşuyor, öpüyordu. Gıdıklanan Bilgeağaç kahkahalarla gülüyor, çocuklar gibi eğleniyordu.
    Bilgeağaç yüce bir akla, kuşkusuz iyilikle dolu bir kalbe sahip, insanlar gibi konuşabilen, duygulanabilen, sevinebilen, kızabilen bir ağaçtı. Bilgeağaç çocukları, çocuklar da Bilgeağaç'ı çok sevseler de ona akıl danışmaya gelenler sadece çocuklar değildi. Sylvanor kralları bile zamanın başından beri, Bilgeağaç'a danışmadan önemli kararlar vermeye cesaret edemezdi. Bilgeağaç yaşayan bütün canlılardan daha bilge, daha yüceydi. Tanrılarla konuşabilen yegane bir varlıktı. Tabiat tanrıçası Astra'nın dünyadaki elçisi olan Bilgeağaç, elfleri çok seven Astra'yla elfler arasında bir bağ oluşturuyordu.
    Çocuklar çok sevdikleri, çok yakın arkadaş olarak gördükleri Bilgeağaç'la dakikalarca merhabalaştılar. Bilgeağaç asla unutmayan hafızasıyla ve alçakgönüllülüğüyle bütün çocuklara isimleriyle hitap ediyordu. Sonunda çocuklar yavaş yavaş annelerinin dizlerine otururmuş gibi, yüce ağacın topraktan çıkmış binlerce yıllık köklerine oturdular. Bazıları kendilerini yemyeşil çimenlere, masmavi gökyüzünün altına bıraktı.
    "Astra'ya dualarımızı ettik, Adorath!" diye elf dilinde ilan etti çocuklardan biri neşeyle. Diğer çocuklar da hep bir ağızdan gürültülü bir şekilde onaylayan sesler bağırdılar. Bilgeağaç mutlulukla gülümsedi, kocaman koyu kahverengi gözleri çocuklara bakarken yüzünde şefkat ve huzur dolu bir ifade vardı.
    "Bana ortak dildeki adımla hitap etmenizi daha kaç defa söyleyeceğim?" diye kızdı şakayla karışık, neşeli gülümsemesini hiç bozmayarak. Adorath; elf dilinde bilge anlamına gelen 'ador' ve ağaç anlamına gelen 'ath' kelimelerinin birleşimiyle Bilgeağaç'a verdikleri isimdi ancak yüce ağaç buna karşı çıkıyordu. Binlerce yıl önce elflerle yaşayan -daha doğrusu onlara hizmet eden aşağı ırkların, elflerin melodik ve zarif dillerini öğrenmekte zorlanmaları üzerine kendi geliştirdikleri ve 'ortak dil' adını verdikleri lisandaki adıyla anılmak istiyordu Bilgeağaç. Beğenmediğinden değil, daha genel bir isim olmasını istediğinden Adorath ismini kesinlikle reddediyordu. Her ne kadar Astra onu elf diyarına göndermiş olsa da, Bilgeağaç diğer dünya halklarından soyutlanmamalıydı. Astra öyle istiyordu.
    Genelde Astra rahiplerinin ayinlerine mekan olan Bilgeağaç'ın önündeki çimenlik yerlerinde duramayan elf çocuklarıyla doluydu. Bilgeağaç kutsal kabul edilen mekanının, kökleri arasında koşuşturan, birbirlerini kovalayan çocuklar tarafından adeta çocuk bahçesine çevirilmesine izin vermekten öte eğer mümkün olsaydı onların neşeli oyunlarına seve seve katılırdı. Elfler şaka yapmayı, eğlenmeyi çok seven bir ırktı, Bilgeağaç'ın buna engel olmaya hiç niyeti yoktu.
    "Eldaras benim sesimin çok cırtlak olduğunu, bu yüzden dua ederken Astra'nın benden başkasını duyamadığını söyledi!" diye bağırdı bir kız, cırtlak bir sesle. Diğer çocuklar hep bir ağızdan kahkahalar atınca kızın sevimli yüzü kızardı.
    Bilgeağaç ağaç kabuğundan kaşlarını çatarak diğer arkadaşları gibi kahkahalara boğulmuş olan Eldaras'a baktı. Bir süre sonra bunu farkeden çocuk bir anda sus pus oluverdi. Sessizlik yavaş yavaş bütün çocuklara yayıldı ve artık sabah güneşinin aydınlattığı ormanda kuşların şarkılarından başka bir şey duyulmuyordu.
    Bilgeağaç'ın yüzü yumuşadı. "Sesin çok güzel Arawyn," dedi gür sesiyle, "ve merak etmeyin, Astra hepinizi duyuyor."
    Arawyn Eldaras'a alaycı bir bakış attı ve omuzlarını silkerek uzun, altın sarısı saçlarını bir omuzundan öbür omuzuna attı. Bakışlar Eldaras'a çevrilince çocuk küçüldükçe küçüldü.
    Bilgeağaç güler yüzüyle çocukları seyrederken içi kimsenin tahmin edemeyeceği kadar kıvançla doluydu. "Ne kadar güzel bir sabah." diye mırıldandı yüzünde dalıp gitmiş bir ifadeyle. "Bu güzel sabah için Astra'ya teşekkür edelim." Elf çocukları hemen ciddileştiler, oturuşlarını düzelttiler ve el ele tutuştular. Bilgeağaç'la beraber her sabah söyledikleri Astra'nın şarkısı'nı hep bir ağızdan seslendirmeye başladılar. Ağaçtır bizim özümüz, yaprakları kanımız,
    Döküldükçe yapraklar damla damla kaybederiz, Ağaçtır bizim özümüz, dalları bilgeliğimiz,
    Yüce dallar gibi gökyüzüne yükselir bilgimiz, Ağaçtır bizim özümüz, kökleri ruhumuz,
    Toprağa özgürce yayılan kökler gibi özgürüz, Ağaçtır bizim özümüz, gövdesi canımız,
    Yaşlanmadıkça ağaçlar, ölümsüz olacağız, Ve sen duyarsın sesimizi Astra,
    Güneş doğarken duyarsın dualarımızı,
    Kuşlar şarkı söylerken duyarsın şarkımızı,
    Sana kavuşanlar için duyarsın ağıtlarımızı, Astra ağaçtır, çiçektir, yağmurdur, kardır,
    Bunların altında toplandık senin için,
    Ve yemin ettik,
    Sana kavuşana dek bunlarla yaşayacağız.
    şarkı bittiğinde ormanın üzerine bir sessizlik çöktü. Tıpkı başlarını öne eğmiş, inanmanın verdiği huzurla sessizliğe gömülmüş elf çocukları gibi coşkuyla şarkı söyleyen kuşlar da artık seslerini kesmişlerdi. Elfler, kuşlar, bitkiler, ağaçlar hepsi Astra'ya ulaşmıştı. İçleri Astra'nın güzelliğiyle ve ormanın huzuru gibi yüce bir huzurla kaplanmıştı. Bilgeağaç da onlara katılarak, bu kutsal anı yaşamalarına izin vererek sessizliğe gömüldü.
    Dakikalarca süren sükûnetten sonra uzaklardan, ormanın derinliklerinden yeniden kuşların cıvıltıları yükseldi. Kuşlar şarkılarına devam ederken elf çocukları da kutsanmış bir şekilde mutlulukla başlarını kaldırdılar.
    Bilgeağaç yumuşak bir ifadeyle çocuklara baktıktan sonra bakışları ormanın derinliklerine kaydı. Her yer, her köşe bucak huzurla kaplanmıştı. "Yüce Astra... Bizi kutsadığın için sana minnettarız." diye mutlu mutlu mırıldandı. Ardından gözlerini yeniden sevinçle ve merakla ona bakmakta olan çocuklara çevirdi. O sırada çocuklardan biri gözüne takıldı, arkadaşları içerisinde yüzünde huzur yerine hüzün olan bir çocuk. Bilgeağaç'ın onu farkettiğini anlayan çocuk titreyen bir sesle konuşmaya başladı.
    "Ben mutlu olamıyorum Bilgeağaç," dedi hüzünle. "Neden yaşlanıyoruz?..." çocuk başını eğdi ve göz yaşlarına boğularak herkesi şaşırttı. "Neden ölüyoruz?"
    Bilgeağaç'ın yüzü asılmıştı, derin bir iç çekerek kederli gözlerle zavallı çocuğa uzun uzun baktı. "Seni anlıyorum Lorelas." dedi anlayışla, "Annenin ölümü hepimizi çok üzdü."
    Lorelas'ın annesi geçen günlerde yaşlılığın getirdiği nadir bir hastalıktan ölmüştü. Lorelas bu acı olayın etkisinden kurtulamıyordu, diğer çocukları neşe içerisinde gördükçe acısı kat kat daha artıyordu. Başını kaldırarak ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleriyle diğer çocuklara baktı. "şimdi gülün! Eğlenin! Bir gün gelecek ve siz de öleceksiniz, hepimiz öleceğiz!"
    "Lorelas," diye başladı Bilgeağaç, diğer çocuklar elemle Lorelas'ın başına toplanıp ona moral vermeye çalışırken. "Çlüm çok uzun bir süredir elflerin de kaderi. Tıpkı insanlar, cüceler veya buçukluklar veya diğer tüm canlılar gibi elfler de ölüyor artık. Çlüm hayatın bir parçası ve bununla yaşamayı öğrenmelisiniz."
    "Çlümsüzlüğümüzü neden aldılar?" diye sordu başka bir çocuk sinirli bir edayla, hesap sorarcasına.
    Bilgeağaç derin bir iç çekerek başladı. "Binlerce yıl önceydi," çocuklar ilgiyle yerlerine geri dönmeye başladılar. "herşey büyünün bulunmasıyla başladı."
    Lorelas başı öne eğik bir şekilde hıçkırıklara boğulurken Bilgeağaç'ın gözleri ona boş boş bakıyordu.
    "Atalarınız insanlara özgürlüklerini verdikleri zamanlarda, insanlar Sylvanor'u terk ederek Athus kıtasına yayılmaya başladılar. Daha o zamanlardan beri insanlar ayrılmaya, bölünmeye başlamışlardı. İnsanlar iki gruba ayrıldılar, Kalindor'u izleyerek kuzeye gidenler ve Thargor'u izleyerek güneye gidenler. Kalindor'lular barışçıl insanlardı, ama Thargor'lu barbarlar onlardan nefret ediyordu. Thargor'lular Kalindor'u ele geçirip tüm insanlığı yönetimleri altına almak istiyorlardı. Daha o zamanlarda bile insanlar arasında savaş çıkmıştı.
    "Thargor'lular Kalindor'lulardan daha güçlü, daha kalabalık olsalar da, emellerine ulaşamamışlardı. Thargor'luların savaştan kaçarak topraklarına geri dönmelerine sebep olan Kalindor ordusu değildi... Büyüydü."
    "Büyü mü?" Çocukların hep bir ağızdan söylediği şaşkınlıklarını belirten sözlerle Bilgeağaç gülümsedi. En azından çocukların aklından ölümü ve acıyı biraz olsun uzaklaştırabilmişti.
    "Evet çocuklarım, büyü." dedi heyecanlı bir edayla. "Obelin adında genç bir adam, şu an Sylvanor Büyücülük Kulesi'ndeki Kutsal Büyü Kitabı'nı bulmuştu. Çnceleri bunun ne olduğunu tam anlayamamıştı. Daha sonra büyünün gücünün farkına vardı. Büyüyü, halkını barbarların eline düşmekten kurtarmak için kullandı." Bilgeağaç çocukların gözlerinin içine baktı. Hepsi merakla dinliyordu ama pek bir şey anlamamışlardı. Akıllarındaki soruyu gayet iyi tahmin edebiliyordu, bütün bunların ölümsüzlüğü kaybetmeleriyle alakası neydi?
    "Neden büyü insanlara verildi? Neden Astra büyüyü bize vermedi?" diye çıkıştı bir çocuk yerinden fırlayarak.
    Bilgeağaç'ın beklediği soru bu değildi. Hayal kırıklığına uğramıştı, kızmıştı. Ağaç kabuğundan kaşları çatılarak gözlerinin üzerine kapandı, "Bu soru, atalarınız tarafından binlerce yıl önce soruldu." diye gürledi, sesi sanki köklerinden, toprağın derinliklerinden geliyordu. "Ve işte bu yüzden ölümsüzlüğü kaybettiniz. Atalarınızın ihtirası yüzünden..."
    Çocuklar sus pus oldular, yüzleri kararmıştı. Bilgeağaç'ın sesi gittikçe sertleşiyordu, "Elf lordu Ghorion, Astra'ya karşı gelerek büyüyü insanlardan almak istedi. Ghorion ve ona bağlı adamları, Kalindor'a giderek Kutsal Büyü Kitabı'nı insanlardan zorla almaya çalıştılar. İnsanlarla ve elfler, ilk ve son kez büyü için savaştılar...
    "Ghorion savaşı kazandı ve Obelin büyü kitabını Ghorion'a vermek zorunda kaldı. Ghorion, yaptığı kötülüklerle Astra'yı çok üzmüştü. Elfler büyüyü almışlar ama karşılığında çok ağır bir bedel ödemişlerdi. Gençlik Pınarı'nın gümüş suyu kesildi. Elfler ölümsüzlüklerini kaybetmişlerdi, ağaçlar yaşlanmaya ve çürümeye başlamıştı.
    "Ghorion ve ona bağlı olanlar, yaptıkları kötülükler yüzünden lanetlenerek kara elflere dönüştüler. Astra onları görmek istemiyordu, kara elfler güneşten kaçmak zorunda kaldılar ve yeraltına çekildiler. Kutsal Büyü Kitabı ve büyü, kara elflerle birlikte ortadan kayboldu."
    Çocukların neşesi gitmiş, yerini kedere bırakmıştı. Hepsi yeisle başlarını önlerine eğmişler, içlerini karartan duygularla başbaşa kalmışlardı. Bilgeağaç onları böyle görmeye ne kadar üzülse de çocukların bu gerçekleri bilmesi gerekiyordu.
    "Gençlik Pınarı durduğundan beri elfler yaşlanıyor ve ölüyor... Ağaçlar zamanla kuruyor ve çürüyor, çiçekler zamanla soluyor ve güzelliklerini kaybediyor... Ne vahimdir ki, Gençlik Pınarı yeniden kutsal gümüş suyuyla dolup o rahatlatıcı şarkısını söyleyene dek...bu böyle devam edecek."
    Dev ağacın dalları hüzünle eğildi, solan bir sonbahar çiçeği gibi bükülerek çocukların üzerine gölgeler düşürdü. Lorelas artık hıçkırıklarını engellemeye çalışmıyordu, gözyaşlarıyla yol yol olmuş yüzünü silmeye gerek duymuyordu. Diğer çocukların da hıçkırıklarını ve burun çekişlerini duyabiliyordu. Başını kaldırdı ve karamsar gözlerle Bilgeağaç'a baktı.
    "Gençlik Pınarı'nın yeniden akması için ne yapmamız gerekiyor?" diye sordu hıçkırıklarının arasından boğuk bir sesle. "Yeniden ölümsüz olmak için ne yapmamız gerekiyor?"
    Bilgeağaç bakışlarını merakla ve umutla ondan bir cevap bekleyen çocuklardan kaçırarak yere indirdi. "Bilmiyorum..."
    "Yalan söylüyorsun!" diye haykırdı Lorelas. "Sen herşeyi bilirsin!" ayağa fırladı ve Bilgeağaç'ın önünde dimdik durdu. "Söyle bize!"
    Bilgeağaç çocuğa acıyarak baktı, "Belki..." dedi. "Belki biri gelir...biri gelir ve ölümsüzlüğünüzü size geri getirir."
    "Kim? Kim gelecek?" diye bağırdı Lorelas, ayakları üzerinde zorlukla durabiliyordu.
    "Bunu Astra bilebilir Lorelas." dedi Bilgeağaç bakışlarını gökyüzüne kaldırarak. Çocuklar da umutla gökyüzüne baktılar, bir işaret görebilme umuduyla. Ama gökyüzü her zamanki gibi bulutlar ve güneş dışında bomboştu.
    Bilgeağaç bakışlarını çocuklar üzerinde gezdirdi. "Hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmayın çocuklarım. Umutsuzluğa kapılırsanız, asla..." aniden rahatsızlıkla kıpırdandıp homurdanmaya başladı. Çocuklar dalıp gittikleri karamsarlıktan irkilerek kurtulup şaşkın şaşkın Bilgeağaç'a baktılar. Dev ağacın gövdesindeki heybetli yüz kıkırdayıp duruyordu. Görkemli ağacın yüksekteki dallarından hışırtılar duyuluyordu. Çocuklar bakışlarını yukarı kaldırdıklarında dalların ve yaprakların arasında küçük, kıpır kıpır bir parıltı gördüler.
    "Kes gıdıklamayı!" diye gürledi Bilgeağaç dallarını silkeleyerek. Parıltı dengesini kaybetti ve düşmeye başladı. Çocukların kararmış yüzlerine biraz olsun renk gelmişti, artık gülümsüyorlardı.
    Parıltı kanatlanıp oraya buraya uçuştu. Derinden gelen ince sesiyle neşeyle kıkırdadığı duyuluyordu.
    "İşte," dedi Bilgeağaç, rahatsız olarak. "arkadaşlarınız da geldi."
    Parıltı çocukların arasına dalıp hızla bir tur attı, sonunda gelip Lorelas'ın küçük omuzuna kondu. Lorelas'ın gözleri kamaştı, ama artık gözlerinden yaşlar gelmiyordu. Ardından ormanın içinden bir kaç tane daha parıltı çıkarak Bilgeağaç'ın etrafında uçuşmaya başladı. Onları bir kaç tane daha izledi, ve bir kaç tane daha...
    Çocuklardan sevinç nidaları yükseldi."Pixieler!"
    Pixieler küçük elf çocuklarının en yakın arkadaşlarıydılar. En fazla otuz santim boyunda, vücut şekilleri elflere benzeyen, sivri kulaklı, kanatlı perilerdi pixieler. Ağaçlardaki oyuklara kurdukları minik evlerinde yaşarlardı. Sadece gülmek, eğlenmek için yaşarlardı. Elf çocuklarıyla oyunlar oynar, şakalaşırlardı. Elfler onları çok sevseler de bazen çekilmez olurlardı. şakaları bazen çıldırtacak boyutlara ulaşır, çocukların onlara küsmelerine neden olurdu. Pixieler birinin başka birine küsüp darılmasına, kızmasına çok üzülürdü.
    Lorelas'ın omzuna konan pixie, çocuğun boynuna kadar ulaşmış gözyaşlarını minicik elleriyle silmeye başladı. Kısa zamanda Bilgeağaç'ın önündeki çimenlik minik parlak yaratıklarla dolmuştu. Bilgeağaç pixielerin sıkıcı maskaralıklarından bıkmış olsa da, onların hiçbir şeyi dert etmeden hep mutlu yaşamalarına gıpta ediyordu.
    Pixieler büyülü yaratıklardı, daima içlerinde olan iyiliği ve mutluluğu, hüzün denizinde çırpınan çocukların üzerine saçmışlardı. Bilgeağaç kendine bile itiraf edemese de pixielere minnettardı.
    Lorelas sonunda gülümsedi. Pixienin parıltılı, rengarenk kanatlarının ışığıyla aydınlanan yüzünü Bilgeağaç'a çevirdi. "Çzgünüm Bilgeağaç," dedi suçlu bir ifadeyle, "çok saygısızca konuştum... Çzür dilerim."
    "Çzür dilemene gerek yok oğul," dedi Bilgeağaç sıcak bir tebessümle. "Siz mutlu olun yeter."
    Çocuklar etraflarında uçuşan arkadaşlarıyla konuşup oynaşırken birer birer Bilgeağaç'a veda ettiler ve pixielerle oyunlara dalmak için uzaklaştılar. Yüce ağaç herşeyden çok sevdiği çocukların neşeyle, Sylvanor'un kötülük barındırmayan, tehlikeden uzak yemyeşil ormanlarına dağılışını seyretti. Sonunda binlerce yıldır kıpırdamadan hep orada olduğu, Nowan-Kai nehrinin önünde uzandığı ağaçlıkta yalnız kaldı.
    Aklında çaresizce çocukların gözleri önünde ağlayışını seyrettiği, elinden hiçbir şey gelmediği için kahrolduğu anları yaşıyordu. Aklında karamsarlık varken, içinde umut vardı.
    Bilgeağaç Nowan-Kai nehrinin pırıl pırıl sularını seyrederek, sabırsızca umudu beklemeye başladı.









    Ceyhun "The Elven Bard" Birinci

    Copyright © FRP World © Fantezi Edebiyat ve FRP sitesi T�m haklar� sakl�d�r.

    Yay�nlanma:: 2004-07-15 (3354 okuma)

    [ Geri Dön ]
     
    FRPWorld.Com ülkemizdeki fantezi edebiyatı ve frp sevenleri bir araya getirmeyi amaçlayan bir web sitesidir. 2003 yılında kurulmuş olan sitemiz kullanıcı ve yöneticilerimizin katkıları ile büyüyüp Türkiyenin en büyük frp sitelerinden birisi olmuştur. Galerisi, indirilecekler kısmı, akademisi, yazarları ile sitemiz tam bir frp hazinesidir. FRPWorld sizin de desteklerinizle böyle olmaya devam edecektir. FRP'nin doyumsuzca yaşandığı bu diyara hoş geldiniz.

    FRPWorld, yeni bir frp dünyası


    Sitede bulunan yazı, doküman ve diğer içerikler siteye ait olup başkaları tarafından kopyalanması, dağıtılması ya da ticari amaçla kullanılması yasaktır.
    Siteye yapmış olduğunuz katkılar frpworld.com'un olup bunları yayınlama ya da yayınlamama hakkı site yöneticilerine aittir.


    Sayfa Üretimi: 0.65 Saniye