I. FRPWorld Kısa Öykü Yarışmasında Üçüncü Olan Öykümüzdür.
Baharın Heybeliada topraklarına ulaÅŸtığı gün, ada
sakinleri henüz uykularındaydı. Dalgalar yavaÅŸça adanın kıyılarını döverken,
güneÅŸ ellerini insanlara yeni yeni
uzatmaya baÅŸlamıştı. Adanın en yüksek tepesinin, yani DeÄŸirmentepe’nin
üzerinde uçuÅŸan martılar, kendilerince
adaya göz kulak oluyorlar, sanki yüzyıllardır yaÅŸadıkları yeri yabancılardan
koruyorlardı. İşte o gün, yani baharın ilk günü adada büyükbaba diye tanınan
UlaÅŸ Bey, tek katlı, beyaz boyalı evinden çıkıp sokaÄŸa ilk adımını attı. Henüz
güneÅŸ insanların uyanması için gözlerini tam olarak açmamıştı. Ama büyükbaba,
adanın diÄŸer insanlarına pek benzemezdi. O, adada olduÄŸu ender günlerde -ki
kendisi hep uzun gezilere çıkardı ve kimse nereye gittiÄŸini pek bilmezdi- sabahın ilk ışıklarıyla ayaÄŸa kalkar, adanın
ruhunu koluna takar ve sahili gezerdi. GüneÅŸ insanlar için bir anlam
taşıdığında ise, çoktan evine dönmüÅŸ olurdu. Büyükbaba yine diÄŸer günlerde
olduÄŸu gibi sahili ve ormanı gezdi. Yeni açan çiçeklerin arasında dolaÅŸtı ve
sonra evinin yolunu tuttu.
“Yine kahvaltıyı muhteÅŸem hazırlamışsın büyükbaba,”
dedi Onur. Kısa, kömür karası saçları beyaz pamuk gibi yanaklarına dökülüyordu.
Kocaman gözleri her zamanki gibi sevgi doluydu. On ikisine daha iki ay önce
basmıştı Onur. Büyükbabasının ona doÄŸum gününde aldığı deniz kabuÄŸundan kolye
boynundaydı.
“Kahvaltını iyi yap bakalım genç adam. Bugün adanın
bilinmezliklerini gezeceÄŸiz seninle,” dedi büyükbaba ve cam sürahiden
doldurduÄŸu büyük bir bardak suyu midesine indirdi.
“Kimse senin kadar hızlı ve çok su içemez büyükbaba.
En büyük sensin!”
Odanın içini yaÅŸlı adam ve torununun gülüÅŸleri
kapladığında, artık güneÅŸ yavaÅŸ yavaÅŸ insanoÄŸluna sinirlenmeye baÅŸlıyordu.
Kahvaltı bittikten sonra UlaÅŸ Bey ve torunu dışarı çıktılar. Adanın içinden
geçerlerken, oranın yerlileri onları selamladı. İçlerinden bazıları büyükbabaya
sarılıp, onu gördüklerine çok
sevindiklerini söylerken, bazıları da ona yeni yolculuÄŸunun ne zaman
baÅŸlayacağını soruyordu. Onur, büyükbabasının yılın büyük bölümünde, yanında
olmamasından hiç hoÅŸlanmıyordu. Ama adam, bunun gerekli olduÄŸundan ve
geçimlerini saÄŸlamak için gitmesi gerektiÄŸinden bahsediyordu. Onur artık buna alışmıştı ama hiç kimse
bundan hoÅŸlandığını söyleyemezdi. Her ne kadar büyükbabasından ayrı kaldığı
zamanlarda komÅŸu Sophia Hanım’da kalıp, arkadaşı ile vakit geçirse de, onun için yaÅŸlı adamın yokluÄŸu asla
doldurulamazdı. Annesi ve babası onu küçük yaÅŸta terk ettiÄŸinde, büyükbaba onun
her ÅŸeyi olmuÅŸtu.
“İşte geldik genç adam. Burası ormanın ve deniz
kokusunun buluÅŸtuÄŸu yer. Burası adanın en büyülü yeridir. Sakın kimseye buradan
bahsedeyim deme,”dedi ve kırışıklarla dolu suratına neÅŸeli gülümsemesini
iliÅŸtirdi.
Onur da kafasını sallayarak büyükbabasını onayladı.
Çimenlerin üzerinde oturup sırtlarını iri aÄŸaçların gövdelerine verdiler.
Karşılarında, biraz uzakta deniz vardı. Rüzgar onlara doÄŸru estiÄŸinde, denizin
tüm kokusu ve ruhu sanki büyükbaba ve torunun içine akıyordu. Bir süre hiç
konuÅŸmadan oturdular. Sonra UlaÅŸ Bey, yanına getirdiÄŸi büyük sürahiden bir bardak
su daha içti. Geri kalan bir miktar suyu da kafasından aÅŸağıya boÅŸalttı.
“Hava oldukça sıcak,” deyip gülümsedi. Onur da ona
katıldı. Ama Onur’un canı su istemiyordu. Hatta hava bile ona o kadar sıcak
gelmiyordu. Gün hızlı bir ÅŸekilde akarken, büyükbaba ve torun da ona ayak
uydurdu. Birbirleriyle vakit geçirdiler, oyun oynadılar ve bu büyülü yerin
tadını çıkardılar. Artık akÅŸam olmuÅŸtu. Onur gitme vaktinin geldiÄŸini
düÅŸünürken, büyükbaba aniden konuÅŸmaya baÅŸladı.
“Beni dinle bakalım. Bugün sana anlatacak bir
hikayem var.” Adam bunu söyler söylemez
Onur’un suratı asıldı ve kafasını önüne eÄŸdi. Küçük adamın böyle mutsuz olması
hikayelerden veya masallardan hoşlanmamasından kaynaklanmıyordu. O biliyordu
ki, büyükbaba ne zaman ona bir hikaye anlatsa, o gece giderdi. O gece yola
çıkar ve uzun zaman da dönmezdi.
“Yani yine gideceksin,” dedi sesi yavaÅŸça esen
rüzgarın içinde kaybolurken. Dedesi
kafasını evet anlamında salladı ve Onur’un yanına yaklaÅŸtı. Küçük adama
sıkıca sarıldı.
“Gitmem lazım. Bunu biliyorsun. Geç...”
“Evet geçinmek için. Bunu biliyorum,” dedi araya
girerek. Büyükbaba devam etti.
“Bugün sana anlatacağım hikaye aslında bir sır. Bir
gizem,” dedi Onur’un gözlerinin içine bakarak. Onun efsanelerden ne kadar
hoÅŸlandığını çok iyi biliyordu.
“Gerçek bir efsane mi? Önemli bir sır mı?” dedi
sesini alçaltarak. Sanki biri onları dinliyormuÅŸ gibi etrafına bakındı.
Büyükbaba evet anlamında kafasını salladı.
“Hadi anlat. Bu sırrı bana ver. Emin ol bunu hiç
kimseye söylemem. Söz!”
“Bunun için denizler ve okyanuslar adına yemin
etmelisin. Çünkü hikaye onlar hakkında. Tabii baÅŸka ÅŸeyler hakkında da.”
“Söz büyükbaba.. Söz.. Anlat hadi!”
Ve yaşlı adam hikayeyi anlatmaya başladı. Beyaz
saçları rüzgarla dans ederken, tok sesiyle gizi ÅŸimdi torununa bahÅŸediyordu.
“Bizim zamanımızdan farklı bir zamanda ve
yaÅŸadığımız topraklara henüz çok kiÅŸi adım atmamışken, eski bir uygarlık vardı.
Bu uygarlık, kendi dünyasındaki insanları, deÄŸiÅŸik ırkları ve tanrılarıyla
evrendeki boÅŸluÄŸu dolduruyordu. Gökyüzü, bizim dünyamızdaki gibi maviydi orada
da. Dedim ya çoook eski zamanlarıydı dünyanın. O zamanlar gökyüzünü baÅŸka
gezegenler süslüyordu. Bu gezegenlerden
en çok sevileni Arkluh adı verileniydi.
Orada yaÅŸayan insanlar için
gezegen, bereketi ve bolluÄŸu simgeliyordu. Ona bir tanrıçanın adı verilmiÅŸti.
Kendi takvim sistemlerinde bu gezegenin kızıllaÅŸtığı bir dönem vardı. O gün
tanrıça sayesinde toprak daha güzel bir hal alır, sular yükselir, deniz
içindeki balıkları ve diÄŸer yararlı yiyecekleri insanların kıyılarına bırakırdı.
O zaman insanlar Arkluh adını hep bir ağızdan haykırırlardı. Gezegene ismini
veren tanrıçayı kimileri gördüÄŸünü söylüyordu. Görenler onun uzun ve altından saçlarının ışıltısından bahsediyor,
vücudunun güzelliÄŸine bakanlar ise o günden sonra kendilerini inzivaya
çekiyordu. Ama en büyük tanrılardan biri
olan Arkluh’un bir baÅŸka özelliÄŸi daha vardı. Onu görenler ayrıca sırtındaki
büyük bir sepetten bahsediyorlardı. Bu sepetin içinde insan tohumlarını taşırdı
tanrıça. İnsan ırkının devamı onun sepetinin içindeki tohumlara baÄŸlıydı. O,
insanlar ışıklar kapandıktan sonra birbirlerine yaklaÅŸtığında tohumlarını üzerlerine serpmese; soyların devamı
kesinlikle saÄŸlanamazdı. Bu yüzden bu tanrıçanın önemi çok büyüktü. Bu tanrıça
adına dünyanın dört bir yanında tapınaklar kurulur, onun tapınağına çeÅŸitli
hediyeler bırakılırdı. DiÄŸer tanrı ve tanrıçalar adına kurban armaÄŸan
edilirken, bu tanrıçaya bir adak sunulmazdı. Çünkü insanoÄŸluna, yaÅŸamının
devamını armaÄŸan eden tanrıçaydı bu. İnsanlar ona olan inançlarını hediyeler
sunarak gösteriyordu.
“Tam olarak ne kadar zaman önce büyükbaba?” diye
sordu genç adam. Merakı gözlerinden dışarıya fışkırırken.
“Çok uzun seneler önce. Henüz insanoÄŸlu ÅŸimdiki gibi
gözükmeden önce.”
“Oooooo. O zaman baya uzun seneler önce olmalı,”
diye ekledi ve efsaneyi dinlemeye devam etti.
“O dünyada insanlar yaÅŸamlarını devam ettirirken, yaÅŸanan kötü olaylar
karşısında hemen tanrılara sığınırlardı. Sığındıkları tanrılardan birisi ise,
kahramanlık tanrısı Holundar’dı. O, inanılmaz vücudunun üzerine giydiÄŸi metal
zırhı, koca kalkanı ve devasa kılıcıyla figürize edilirdi. On kollu ve sekiz
bacaklı öfke tanrıçası Lokhana ve bakışlarıyla insanları eriten ejderha tanrı
Serith bu tanrılar arasında en bilinenleriydi. EÄŸer köyleri vahÅŸi kurt sürüleri
basarsa, hemen bu tanrıların
tapınaklarına gidilir ve onlardan yardım dilenilirdi. O zamana
kadar tanrılar, insanlara hiç yardım
etmemezlik yapmamıştı. Çünkü insanlar, her yardım karşılığında tanrıların
tapınaklarına gidiyor ve onlara kurban veriyordu. Bu döngü binlerce yıldır
böyle devam etmiÅŸti.
O dünyada yaÅŸayanlar, kötülük nedir bilmez ve hep dostça vakit
geçirirlerdi. Tanrıça Arkluh insan tohumunu yeryüzüne serptiÄŸinden beri
insanlar birbirlerini hiç öldürmemiÅŸti. Henüz insan eli bir baÅŸka insanın kanını
dökmemiÅŸti. Buna sebep de yoktu zaten. Zorluklar tanrılar tarafından
hallediliyordu bu diyarlarda.
İnsanların korktuÄŸu tek bir ÅŸey vardı. O da kara tanrı Gurr’du. Onun
adının bu dünyada anılması yasaklanmıştı. Efsaneye göre eÄŸer Gurr’un adı
anılırsa, o zaman kara tanrı yeryüzüne iner ve kara kanını masum insanların
kanıyla karıştırırdı. Ama artık insanlar onun adını bile unutmuştu. Ne onun
adını hatırlayan vardı ne de kara
tanrının lanetli efsanesini.
Eski Dünya her zamanki güzel günlerinden birini yaşıyordu. Kızıl
gezegenin parlama vakti yine gelmiÅŸti. İyi ve dürüst insanlardan oluÅŸan halk,
deniz kenarına inmeye başladı. Biliyorlardı ki
o gün, hasatın artacağı ve insanoÄŸlunun yeryüzüne yayılacağı günlerden
biriydi. Aslında o gün, onlar için baÅŸka
bir ÅŸey daha ifade ediyordu. Bereket
tanrıçası yıllar önce bir köylüye gözükmüÅŸ ve ona kara bir tarihten
bahsetmiÅŸti. Tanrıça o tarihte aralarına bir karanlığın süzüleceÄŸinden ve eÄŸer
o karanlığı bulamazlarsa, kötü günlerin yaklaÅŸacağından söz etmiÅŸti. Aslında o
günün korkulan bir gün olması
gerekiyordu; fakat köyden hiç kimse köylü Not’un dediÄŸine inanmadı. Tanrıçanın en sevdiÄŸi
günün, yani hasat zamanının, kötü bir gün olacağına inanmak istemediler.
Köylünün söylediklerine aldırış etmediler. O günün sabahında, Not aynı ÅŸeyleri tekrarladığında,
onu dinlediler ama yine de önemsemediler. Köylü de en sonunda yıllar önce
gördüklerinin hayal olduÄŸuna kendini
inandırdı ve bu konu onun için bile artık kapanmıştı.
Yine halk birbirine gülümseyerek iÅŸlerini yapmaya koyuldu. Denizciler
okyanusa açılıp, derinlerden gelen hediyeleri kabul etti, tarım iÅŸçileri de
kutsal topraklarını eşelemeye başladı. Yine kızıl gezegenin hediyeleri dolup
taÅŸmaya baÅŸlamıştı. O yıl da hasat, geçen yıllar gibi muhteÅŸem olmuÅŸtu. Gece
olduÄŸunda, bütün köy halkı elde ettiÄŸi yiyecekleri hiç kendilerine saklamadan
köyün ortasına getirecek ve onları eÅŸit olarak paylaÅŸacaktı. Bu her sene böyle
yapılırdı. Tarım iÅŸçileri toplamayı bitirdiler ve köyün ortasına mallarını
yığdılar. Denizden gelecekler de bir bir gözükmeye baÅŸlamıştı. En sonunda bir
kiÅŸi haricinde tüm köylü buluÅŸma yerine
geldi. ÅŸimdi herkes, o gelmeyen köylüyü bekliyordu. Aslında bu zaman hiç
ÅŸaÅŸmazdı. Köylüler meraklanmaya baÅŸlıyorlardı. Akıllarına Not’un söylediÄŸi kara
haberler geliyordu. Köylüler geç kalanı beklerlerken, denizci son ağını da aldı
ve kıyıya doÄŸru yelken açtı. Topladığı ÅŸeylere hiç bakmıyordu. Ne de olsa bütün
malı eÅŸit olarak paylaÅŸacaklardı. Ama birden gözü ağına takılan bir ÅŸeye
çarptı.Tüm kıpırdayan ve can çekiÅŸen balıkların arasında, ona doÄŸru parlayan
farklı bir ÅŸey vardı. Bu, etrafı altın çerçevelenmiÅŸ bir resimdi. Bir yaÄŸlı
boya tabloydu. Adam hemen onu aÄŸların arasından çıkardı ve eline aldı. “Ne
kadar da güzel,” diye içinden geçirdi. Tabloda bir adam vardı. Gölgesi çok
karanlıktı. Bu adam eskiden anlatılan birisine benziyordu. Bu daha çok kara
tanrı Gurr’a benziyordu. Adam bir anda aÄŸzından o ismi dışarı bırakıvermiÅŸti.
Ama bundan habersizdi. Köylü birden,
resmin kendisine gelen bir hediye olduÄŸunu ve
böyle bir güzelliÄŸi paylaÅŸmaması gerektiÄŸini düÅŸündü. İşte o zaman gök
gürledi. Köylüler olacaklardan habersiz denizciyi beklerken, tablodan çıkan
eller denizciyi içine çekti. Denizci tablonun içine girerken, kara tanrı da
dışarı çıkı. Gemi kıyıya yaklaşırken, kara tanrı adamın ÅŸeklini almıştı bile.
Günler Eski Dünya’da hızla akarken, artık bir ÅŸeyler ters gitmeye
başlamıştı. İnsanlar birbirlerine eskisi kadar iyi davranmamaya ve topladıkları
ürünleri kendilerine saklamaya baÅŸlamışlardı. Bu, en kutsal günlerde bile böyle
oluyordu. İnsanların değişimine Not
şahit oluyordu. Ama diğerleri bunun farkında bile değildi. Not onlara
tanrıçanın alametinin gerçekleÅŸmeye baÅŸladığından bahsediyor; ama yine de kimse
onu dinlemiyordu. Kara tanrının denizci kılığıyla yeryüzüne inmesinin üzerinden
tam dört sene geçmiÅŸti. Yine kutsal hasat günüydü. Ama artık iÅŸin kutsal olan
kısmını halk umursamaz olmuÅŸtu. Nedense köyün ortasına gelen mallar günden güne
azalıyor, ama insanlar git gide ÅŸiÅŸmanlıyordu. Yıllardır köyleri kahraman ve
savaÅŸçı tanrılar tarafından kurtarılıyor; ama insanlar uzun zamandır onların
tapınaklarına gitmiyordu. Artık tapınaklar baÅŸka iÅŸler için kullanılıyordu.
Kutsal mekanlar neredeyse ahırlaştırılmıştı. Bu fikir de denizciden gelmişti
hiç ÅŸüphesiz.
Kutsal hasat günü sona ererken, insanlar artık evlerine dağılmıştı.
Denizin kıyısında sadece Not kalmıştı. DüÅŸünceli bir tavırla ufka bakıyordu. O
sırada aniden karşısında bir ÅŸey belirdi. Bu bereket tanrıçası Arkluh’tu. Altın
saçları geceyi aydınlatıyordu.
“Bugün yok oluÅŸunuz baÅŸlayacak. Bugün benim yas tutma zamanım gelecek.
İnsan ırkının yeryüzünden silinme zamanı yakın. Gece ilk yaÄŸmur damlası
dünyanıza süzülürken bekle. Bırak o suratına damlasın. O ben olacağım. O benim
gücüm olacak. O damla son ÅŸansınız olacak.” Ve tanrıça bunları söyledikten sonra
kayboldu. Not hayretle olanlara bakıyordu. Korkusu bir kat daha artmıştı. Uzun
bir süre orada aÄŸladı sonra koÅŸarak evine gitti. Köy sessizdi. Korkutucu bir
sessizlik hakimdi.
Tanrıça gökyüzündeki evine dönerken, daha önceden gördüÄŸü ÅŸeyler
gerçekleÅŸti. DiÄŸer tanrılar insanların yaptığı ahlaksızlık sonucunda,
tanrıçanın insan tohumlarıyla dolu sepetini parçaladılar. İnsanların yaptığı
kötü ÅŸeylerden tanrıçanın sorumlu olduÄŸunu söylediler. İnsanoÄŸlunun sonu iÅŸte
böyle geldi ve o zamandan sonra Arkluh aÄŸlamaya baÅŸladı. İlk damlası yeryüzüne
süzülürken, Not da onu bekliyordu. Böylece tanrıçanın gücünün bir kısmı ona
geçti. Ama tanrıça aÄŸlamaya devam etti. Geceler ve günler boyunca. Günler ve
haftalar. Deniz yükselmeye baÅŸladı. Bütün bitkiler öldü. Toprak küçülmeye,
aÄŸaçlar ölmeye baÅŸladı. Bütün insanlar çıldırmışçasına etrafta dolanıyordu. Tek
bir kiÅŸi ise onlara uzaktan gülüyordu. Denizci.
Artık su iyice yükseldiÄŸinde, Not bütün köyü, civardaki en yüksek tepede
topladı. Orada konuşmaya başladı. Onlara insanoğlunun yok olacağından; ama
isteyenlerin yaÅŸama olasılığının var olduÄŸundan bahsetti. Not, tanrıçanın gücü
sayesinde isteyenleri yarı balık yarı insana dönüÅŸtürerek, Yeni Dünya’nın deniz
kızları ve deniz oÄŸlanları yapacaktı. Buna ilk önce herkes karşı çıktı. Not,
tanrıların sinirinin geçene kadar bu ÅŸekilde yaÅŸamalarının iyi olacağından, elbet tanrıların bir gün
kendilerini affedeceğinden bahsetti. Denizci ise, insanları hala tanrılar
aleyhine kışkırtıyordu. Günler boyu tartışmalar yaÅŸandı. Tanrıçanın gözyaÅŸları
dünyayı dolduruyor, ÅŸiddetli esen rüzgarlar ise büyük dalgalar yaratarak civar
köyleri yok ediyordu. En sonunda köyün yarısı denizciye, yarısı ise Not’a
inandı. Not’a inananlar yeni oluÅŸan dünyada, deniz kızları ve oÄŸlanları diye
anılmaya başladılar. Tanrılar onları asla affetmedi. Asla tekrar tam olarak
insan olamadılar. Sadece yüz yıllar sonra belli zamanlarda insan gibi
gözükebildiler. DiÄŸerleri, yani denizciye inanalar ise, oluÅŸan büyük kasırgalar
ve seller sonucunda öldü. Böylece kara tanrı yeni oluÅŸan dünyanın efendisi
oldu. Sular çekildiÄŸinde kendi insan ırkını yarattı ve yeni yarattığı kendine
has bu insanlar dünyada yaÅŸamaya baÅŸladı. Yeni oluÅŸan bu insan soyu deniz kızları ve oÄŸlanlarını birer efsane
zannederek büyüdü.”
Öykü sona erdiÄŸinde Onur, büyükbabasına bir süre meraklı gözlerle bakmayı
sürdürdü.
“Onlar gerçek mi yani büyükbaba? Onlar gerçekten varlar mı?” diye sordu merakla.
“Bir sonraki geliÅŸimde genç adam, sana onlar hakkında daha çok ÅŸey
anlatacağım. Ama unutma, bu bir sır olarak aramızda kalmalı, yoksa eski
tanrıları sinirlendirebilir ve okyanusun hışmını üzerimizde bulabiliriz.” Sonra
yaÅŸlı adam ayaÄŸa kalktı. Üzerine yapışan çimen ve toprak parçalarını
temizlemeye baÅŸladı. Onur ise oturduÄŸu yerde hikayeyi düÅŸünüyordu.
“Nasılsınız bakalım?” diye bir anda belirdi Sophia. Büyükbaba kadını selamladıktan sonra bir süre
onunla konuştu. Bu sırada Onur sanki aralarında değil gibiydi. Kadını
gördüÄŸünde, eski üzüntüsü kendisini yenilese de büyükbabasının ona verdiÄŸi sır
içini mutlulukla sarıyordu.
“Bu sefer çok geç kalma. GeldiÄŸinde bana anlatacak bir hikayen var,”
dedi. Sophia onları izliyordu ama ikilinin konuşmaları ona yabancıydı.
Büyükbaba, torununu emin ellere teslim ettikten sonra sahile doÄŸru
yürümeye baÅŸladı. Dolunay gökyüzünde adamın attığı adımları dikkatle izliyordu.
Adam, üzerindeki yolculuk eÅŸyalarını çıkardı ve onları her zaman gizlediÄŸi
kayalıkların arasına yerleştirdi. Gece o kayalıklarda kimse olmazdı. Adımlarını
denizin soğuk suyuna doğru atıp ayaklarını suya soktuğu an, derin bir nefes
aldı. Bir süre avuçlarına aldığı suyu vücudunda gezdirdi. Ayın ÅŸaÅŸkın bakışları
altında adamın vücudundan dökülen sular parıldıyordu. Kum sanki onu daha
önceden tanırmışçasına ayaklarının çevresinde dolanıyor, ona hoÅŸ geldin
diyordu.
“Gece ve kutsal ışığın huzurunda sana sesleniyorum Arkluh. Senden evine
girmek için izin istiyorum. Ben Not. Senin gücünle yaÅŸam bulan.” Adamın sesi
rüzgarın da yardımıyla kıyıda bir süre dolaÅŸtıktan sonra aÄŸaçların arasına
girdi ve oradan baÅŸka diyarlara gitmek üzere kayboldu. Denizin tuzlu suları
adamı evine davet ediyordu. Onu adeta içeri çekiyordu. Not, Yeni Dünya’da
anılan ismiyle büyükbaba, kendini sulara bıraktı. Bir iki kulaç attıktan sonra
suya daldı ve gözden kayboldu. Not gözlerini tekrar açtığında Marmara
Denizi’nin kalbindeydi. Vücudu her saniye deÄŸiÅŸim içerisindeydi. İnsana özgü
bedeni gri-mavi pullarla kaplanırken, saçları derinliklerde kayboldu. Balıklar
ondan ilk baÅŸta kaçarken, yeni görüntüsüyle ÅŸimdi onun yakınında yüzmek için
yarışıyorlardı. BoÄŸazın gizemli suları içinde bir deniz oÄŸlanına dönüÅŸen
büyükbaba, ÅŸimdi çok uzaklardaki krallığına doÄŸru yola çıkmıştı. Bir süre sonra
yukarıdaki gürültülü vapurların sesini duymaz oldu. Vakit aktıkça denizin
içindeki insan pisliklerini görmez oldu. Zaman onu kucakladıkça, yukarıdaki
dünya ile tüm iletiÅŸimini kopardı ve denizin içinde denizin bir parçası oldu...
Öyküyü Word dökümanı olarak indirmek için tıklayınız.
Copyright © FRP World © Fantezi Edebiyat ve FRP sitesi Tüm haklarý saklýdýr.